| 0 yorum ]

Atatürk bir Bozkurt'tur.

Yedi Düvel Türk topraklarını dört bir taraftan işgal etmiş iken o, Türk Milletinin önüne düşmüş, yol göstermiş ve Anadoluda bir kurtuluş yürüyüşünü başlatmıştır.

Yıllar süren Kurtuluş Savaşının sonunda düşman mağlup edilmiş ve Türk Milleti yeniden bir vatan cografyasına sahip olmuştur.

Bozkurt Atatürk bu vatan cografyasında yeni bir devlet kurmuş ve adını Türkiye koymuştur.

O bir Türk milliyetçisidir.O BİR BOZKURTTUR !...

Atatürk'e hediye edilen Bozkurt heykeli.

Ağustos 1926 gecesi Türkiye'nin ''Bozkurt'' adlı yolcu gemisi, Fransız ''Lotus'' gemisi ile Ege Denizi'nde çarpışır. Bozkurt gemisi batar ve 8 Türk denizcisi boğularak ölür. Ertesi gün, İstanbul'a gelen Lotus gemisinin kaptanı tutuklanır

ve Türk mahkemelerince 80 gün hapis cezasına çarptırılır. Lotus gemisinin kaptanının karşı çıkışları sonucu dava, La

hey Sürekli Adalet Divanı'na intikal eder. Lahey Sürekli Adalet Divanı, 7 Eylül 1927'de, Türkiye'nin hukuka aykırı davranmadığına karar verir. Bu kararla birlikte ''Geminin adı ve Türk milletinin milli simgesi, Türk özgürlük ve bağımsızlığının timsali olmasından ötürü'', Türk heyetine, Atatürk'e verilmek üzere tunçtan bir Bozkurt heykeli armağan edilir. Bu davadan dolayı, dönemin adalet bakanı Mahmut Esat'a, Atatürk tarafından Bozkurt soyadı verilmiştir.

Hatta küçük izcilere yavrukurt ismini bizzat kendisi taktı. Hakkında yazılan bazı kitaplarda kendisinden Bozkurt olarak bahsedildiğini biliyoruz...Bu belgelerden biri de aşağıda Ankara Ulus’ta bulunan Atatürk heykelinin kaidesindeki bozkurt b

aşı dır.

Atatürk Zamanında basılan Bozkurt

resimli para ve

pullar.

Atatürk, kurduğu devletin Türk adı, Türk dili, Türk kültürü ile yaşamasını istemiştir. Bunun için Türk Milletinin sembolü olan Bozkurtu, Türk devletinin parasınave pullara bastırarak, Bozkurt adını her yerde kullanarak yeniden Türk kültürüne yerleşmesine öncülük etmi































Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]


MARKSİZM

Marx’a göre; teknolojideki gelişmelerin yarattığı işbölümü, üretimi, kollektif bir çalışmanın ürünü yapmıştır. Oysa üretim kollektif iken, üretim araçlarının mülkiyetinin özel oluşu bir çelişkidir. Özel mülkiyete dayalı üst yapı kurumları ile alt yapı arasında bir uyumsuzluk söz konusudur. İşçi yarattığı değerden az pay aldığı için, yarattığı ürünü satın alamayacak demektir. Yarattığı ürün ona yabancılaşacak yarattığı artı değer işverenin elinde onu ezen bir güce dönüşecektir.
“Servetin giderek belirli ellerde toplanması, üretim araçları üzerinde bir tekelin oluşması kaçınılmazdır. Çünkü rekabete dayalı bir ekonomik yaşamda güçlü güçsüzü ezer ve küçük sermayeye dayalı işletmeler, büyüklerin karşısında giderek yok olurlar. Sermayenin ve üretim araçlarının belirli ellerde toplanması hızlanırken ara tabakalar erir ve toplumun büyük çoğunluğu proleterleşir, yaşamını sürdürmek için kol gücünden başka bir şeyi kalmayanlar kesimine kayar.”
Yukarıda anlatılan kutuplaşma süreci içinde, emekçi toplum kesimlerinin giderek yoksullaşması kaçınılmazdır. Çünkü çığ gibi büyüyen işsizler ordusu, aynı işi daha ucuza yapmaya hazır kitleler demektir. Böylece ücretler de boğaz tokluğu düzeyine kadar inecektir. “Bir yanda çok büyük ama çok yoksul bir çoğunluk, öte yanda çok küçük ama çok varlıklı bir azınlık oluşacaktır. Üretim araçlarına sahip bulunan küçük azınlık, büyük çoğunluğu sömüren sınıfı oluşturur.”
Marksizme göre devlet egemen sınıfın elindeki basit bir araçtan başka bir şey değildir. Toplumun ve siyasal rejimin tüm kurumları, bu egemenliğin devamını sağlamaya, yani egemen sınıfın ayrıcalıklarını korumaya yöneliktir. “Aile, din, ahlak, hukuk, egemen ideoloji vb. hep bu egemenliğin sürmesini güvence altına alan üst yapı kurumlarıdır. Siyasal iktidar, ekonomik iktidarın yansımasından başka bir şey olamaz. Devletlerin hakemliği yani yansızlığı ancak geçiş dönemlerinde, eski egemen sınıf gücünü yitirirken, yeni üretim biçiminin güçlendirdiği sınıfın da henüz egemenliğini kabul ettirecek düzeye ulaşmadığı ortamlarda söz konusudur.”
Marksizm’e göre, kapitalist sınıfın egemenliğinden en çok zarar gören toplum kesimini işçi sınıfı oluşturur. Çünkü kapitalist sınıf işçi sınıfının emeği ile oluşan ekonomik olanakları bizzat işçi sınıfını ezmek ve kendi egemenliğini sürdürmek için kullanır. “Kapitalist toplum düzenini yıkacak olan temel güç, ‘proleterya’ yani ‘işçi sınıfı’dır.”
“Marx ve Engels, Manifesto’da şöyle diyorlar: Proleterya, değişik gelişme ve aşamalarından geçer. Doğuşuyla birlikte burjuvaziyle savaşımı başlar. Başlangıçta savaşımı bireysel olarak işçiler, sonra bir fabrikanın işçileri, sonra bir mesleğin bir yerdeki mensupları, kendilerini doğrudan doğruya sömüren bireysel olarak burjuvalara karşı yürütürler. Saldırılarını burjuva üretim koşullarına değil, bizzat üretim araçlarına yöneltirler; kendi emekleriyle rekabet eden dışalım mallarını tahrip edip makineleri parçalar, fabrikaları yakar, Orta Çağların artık yok olmuş işçi konumunu güç yoluyla yeniden kurmak isterler”
İşçi sınıfının savaşımının bilinçsiz olan kendiliğinden ortaya çıkan aşamasıdır. Başka bir deyişle, “bu aşamada işçi sınıfı ancak kendiliğinden bir sınıftır. Bilinçlendikçe kendisi için sınıfa dönüşecektir.”
Eskiyen ve yeni koşullara yanıt vermeyen bir üretim biçiminin değişmesi kendiliğinden olmaz. Eğer varolan nesnel koşullara öznel koşul demek olan bilinç öğesi eklenmezse, ortaya çıkan toplumsal patlama, düzenin sorunu değil, ancak biçim değiştirmesini sağlar.
Marksizm açısından, bilinçlenmenin önemli bir öğesini ideoloji oluşturur. Marx, egemen sınıfın ideolojisinin tüm toplumu etkilediğini ve diğer toplum kesimlerinde bir sınıf bilincinin oluşumunu zorlaştırdığını öne sürüyordu. Bu noktadan hareket eden Lenin de işçi sınıfının kendi başına bırakılması durumunda gerçek bir sınıf biçimine ulaşamayacağını, bu bilincin ona dışarıdan götürülmesi gerektiğini savundu.
Lenin, şu görüşüyle de bunu destekler “bütün ülkelerin tarihinin bize gösterdiği bir gerçek var. İşçi sınıfı yalnız kendi gücüne dayanırsa ancak trade-ınionist bir bilince, yani sendikalar halinde örgütlenmek, işverenlere karşı savaşım vermek, işçilerin yararına bazı yasaların çıkmasını hükümetten istemek gerektiği inancına varabilir. İşçi hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onu ancak burjuva ideolojisine yamanmaya götürür. İşçiye sınıf bilinci ancak dışarıdan yani ekonomik savaşımın dışından, işçi-işveren ilişkilerinin oluşturduğu ortamın dışından götürülebilir.”
Alt yapı ile üst yapı arasındaki uyumsuzluğun ortadan kalkması için öncelikle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kalkması gerekir. Ama tam bir eşitlikçi düzenin kurulabilmesi ve egemen sınıfın baskı aracı olan devletin kalkıp onun yerine eşyaların yönetimini alabilmesi için bir geçiş aşaması zorunludur. Proleterya Diktatörlüğü olarak adlandırılan bu aşamada, herkes yeteneği eve çalışması ölçüsünde üretimden pay alacaktır. Ancak, kapitalizmin üst yapı kurumları tamamen ortadan kalktıktan, herkese yetecek kadar üretim yapılacak bir düzeye ulaştıktan, kentle köy, düşünce ve kol emekçisi arasındaki farklar yok olduktan sonra sosyalizmin üst aşamasına ulaşılacaktır. Bu komünizm aşamasıdır.
“Engels, burjuva siyasal demokrasisinin bazı ülkelerde şiddete başvurmadan sosyalizme geçmeye olanak tanıyabileceğini vurgulamıştır. Ancak bunun Marksist akımlar içinde genel bir kanıyı yansıtmadığı söylenebilir. Silahlı bir ayaklanmayı gereksiz, hatta işçi sınıfı açısından zararlı görüyordu. Umutsuzluktan doğan şiddeti bir devrim yönetimi haline getirmek yanlıştı. Yasal yollardan çoğunluğu sağlamaya çalışmak çok daha sağlıklı ve olanaklıydı. Demokrasi her iki sınıfa da güvenceler veriyor ve yeni bir düzen kurmak için işçi sınıfına olanaklar sağlıyordu. Demokratik süreçler bir yandan kent soyluları, ödünler vermeye, öte yandan işçileri şiddetten uzaklaşmaya zorlayacaktı.”
Rus devriminden sonraki gelişmeler bir yol ayrımı oluşturdu. Sosyalizmi barışçı yollardan özgürlüklere saygı göstererek gerçekleştirmek gerektiğine inananlarla Sovyet modelini benimseyenlerin yolları ayrıldı. Demokratik sosyalistler, demokratik solcular, sosyal demokratlar birinci grupta yer aldılar. İkinci gruptakilere ise komünist denilmesi yaygınlaştı. Aradaki bir amaç farkı değil araç farkıymış gibi görünürken giderek amaçta da farklılıklar ortaya çıktı. Tüm üretim araçlarının devletleştirilmesinin sosyalizmi yaratacağı yerde işçi sınıfı adına toplumu yönetme iddiasında olan küçük bir azınlık doğurduğu öne sürüldü. O azınlığın ayrıcalıkları ise özgürlüklerin ve demokrasinin gelişmesini önlüyordu. “Marx ve Lenin’in öngördüğü gibi; ayrıcalık olan her yerde o ayrıcalığın korunması için baskıya da gerek vardır.”


Devamını okuyun...>>
| 4 yorum ]

Hakkında tam 11 ayrı suçlama vardı. Bunlar arasında ABD Büyükelçisi Kommer’in arabasının 6 Ocak 1969 günü Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (ODTÜ) yakılması; bir erin ölümü ile sonuçlanan ODTÜ kampüsündeki çatışma; hacze giden avukat ve polislerin Sevim Onursal’a ait evde silah zoruyla alıkonulup bağlanması; 25 Ağustos 1969 günü bindikleri taksi şoförünü (Mesut Erdinç) kendilerini ihbar etmesin deyip ağzını bantlayarak küvete koyduktan sonra orada unutup ölümüne sebebiyet vermek; 29 Aralık 1969’da ABD büyükelçiliği önündeki polis noktasını tarayıp polisleri (Türk Polisi dikkatinizi çekerim)yaralamak gibi olaylar vardı.


O dönem kendilerine yer bulmaya çalışan ve dağlara çıkan Deniz Gezmiş’in THKO örgütü ve onun çizgisi, tamamen fiyasko olur. Ayrıca bu çizginin sağlam dayanakları ortaya konmamıştır. Çayan gibi net, duru bir çizgi ortaya koyamayan Gezmiş, bugün anılarından başka sahip çıkılacak bir şey bırakmamıştır. THKO’nun ideolojik çigisi o yıllarda gündemde olan Filistin Sosyalist örgütlerinin çizgisinden alınmıştır. Özellikle George Habaş örgütlerinin çizgileri.. Zaten THKO militanları da bu örgütlerin kamplarında yetiştirilmiştir.

Atatürkçü,Kemalist denilen insanlar Türk Bayrağını ne hale sokmuşlar görün



Bu bayrağı kim değiştirdi merak eden var mı THKO örgütü peki bu örgüte kim üye deniz gezmiş ve arkadaşları...


Arkadaşlar belki thko örgütünün ne olduğunu bilmeyen arkadaşlar vardır.Bakalım bu örgüt neymiş?


1970 yılında DEV-GENÇ içerisinde görülen gruplaşmadan birini de Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın etrafında toplanan şahıslar teşkil etmişlerdir. İlk defa 28 Aralık 1970 tarihinde Ankara'da bir polis noktasının kurşunlanması olayı ile kendilerini Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) adıyla tanıtan bir terörist grup ortaya çıkmıştır.

THKO, 1972 yılı itibarıyla üst düzey militanlarının güvenlik güçlerince ele geçirilmesi, içerisinden bazılarının silahlı çatışmalarda ölmesi veya idam edilmesi sonucu 1975 yılına kadar hareketsiz bir devre geçirmiştir.

1974 yılında çıkarılan Af Kanunu(BÜLENT ECEVİT) ile cezaevlerinden tahliye edilen THKO üyeleri kendilerine sağladıkları sempatizanlarla birlikte örgütün eleştirilerini yapmışlar, muvaffak olamama nedenlerini belirleyerek örgütü yeniden inşa etme çabasına girmişlerdir.Bu siyaset ise TDKP, TKEP/L, TKEP, TİKB, TKİP (EKİM) adlı örgütlerle faaliyetlerine devam etmiştir.


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]


Komünizmin Karanlık Yüzü

Komünizm, 19. yüzyılda ortaya atılan "izm"lerin en kanlısı, en acımasızı ve en geniş çaplısıdır. 20. yüzyılda komünist rejimler veya örgütler tarafından öldürülen insan sayısı yaklaşık 120 milyondur. 120 milyon insan, sırf bu ideoloji uğruna idam edilmiş, toplama kamplarında ölesiye çalıştırılarak katledilmiş, "sürgün" adı altında evlerinden toplanıp Sibirya steplerinde yok edilmiş, kasten oluşturulan kıtlıklarla açlıktan öldürülmüş, en korkunç hapishanelerde en korkunç işkencelere uğratılmış, beyni yıkanmış komünist militanlar tarafından kurşuna dizilmiştir.

20. yüzyıl insanlık tarihinin en kanlı dönemidir. Bu yüzyılda dünya savaşı, soykırım, toplama kampı, kimyasal silahlar, nükleer silahlar, bombardıman, gerilla savaşı, terör eylemleri gibi, daha önceki yüzyıllarda duyulmamış ve görülmemiş vahşet yöntemleri ortaya çıkmıştır. Bu yöntemlerle öldürülen insanların sayısı, yüz milyonlarla ifade edilmektedir.

20. yüzyılın bu kadar kanlı olmasının iki önemli nedeni vardır. Birincisi, gelişen teknolojinin eski devirlerdeki silahlara göre çok daha öldürücü silahların yapımına izin vermesidir. İkinci neden ise -ki asıl önemli olan budur- bu silahların kullanılmasına, hem de korkunç bir acımasızlıkla kullanılmasına neden olan ideolojilerdir. Temelleri 19. yüzyılda atılan çeşitli "izm"lerin kanlı hasadı 20. yüzyılda olmuştur.

Komünizm, bu "izm"lerin en kanlısı, en acımasızı ve en geniş çaplısıdır.

1917'de Rusya'da gerçekleşen kanlı Bolşevik Devrimi ile başlayan vahşet, önce yeni kurulan Sovyetler Birliği'nin geneline, ardından Doğu Avrupa'ya, Çin'e, Kore'ye, Vietnam'a, Kamboçya'ya, Latin Amerika ülkelerine, Küba ve Afrika'ya yayılmıştır.

DOĞU BLOKU'NDA KIZIL TERÖR

Bolşevik Devrimi'nin lideri Lenin'in başlattığı ve Stalin'in genişleterek sürdürdüğü terör, on milyonlarca insanı katletmiş, onlarca farklı halkı acı ve işkenceye uğratmıştı. Komünizmin Kara Kitabı'nda Lenin ve Stalin dönemindeki komünist vahşetlerin genel bilançosu ana hatlarıyla şöyle verilir:

1. Hiçbir yargılama olmadan hapsedilen on binlerce rehine ya da insanın kurşuna dizilmesi ve 1918-1922 yılları arasında ayaklanan yüz binlerce işçi ve köylünün katledilmesi;

2. 5 milyon insanın ölümüne yol açan 1922 açlığı;

3. 1920'de Don Kazaklarının ortadan kaldırılması ve sürgüne gönderilmesi;

4. 1918-1930 yılları arasında on binlerce insanın toplama kamplarında öldürülmesi;

5. 1937-1938 yıllarındaki Büyük Temizlik sırasında 690.000'e yakın insanın ortadan kaldırması;

6. 1930-1932 yılları arasında sebepsiz yere suçlanan 2 milyon insanın sürgüne gönderilmesi;

7. 1932-1933 yıllarında 6 milyon Ukraynalının kasıtlı olarak yaratılan açlıktan kırılmasına seyirci kalınması;

8. Önce 1939-1941 yılları arasında, ardından da 1944-1945 yıllarında yüz binlerce Polonyalı, Ukraynalı, Baltıklı, Moldavyalı ve Besarabyalının sürgüne gönderilmesi;

9. 1941'de Volga Almanlarının sürgüne gönderilmesi;

10. 1944'te Kırım Tatarlarının sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri;

11. 1944'te İnguşların sürgüne gönderilmesi ve çaresizliğe terk edilmeleri. (Stephane Courtois, Nicolas Werth, Jean-Louis Panne, Andrzej Paczkowski, Karel Bartosek, Jean-Louis Margolin, Komünizmin Kara Kitabı, Doğan Kitapçılık A.Ş., S.505)

Stalin'in ölümünden sonra Sovyet rejimi, kısıtlı da olsa bir yumuşama sürecine girdi. Ancak Stalin döneminde kurulan "korku imparatorluğu", yine korku üzerine kurulu olarak toplumu yönetmeye devam etti.

Sovyet terörü, sadece kendi halkıyla sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı ile birlikte Doğu Avrupa'ya da yayıldı. Savaş bittiğinde Doğu Avrupa ülkelerinin önemli bir bölümü Sovyet etki alanında kalmıştı. Moskova birkaç yıl içinde çeşitli siyasi komplolar ve manevralarla bu ülkelerin hepsini kendi egemenliği altına aldı. Polonya, Macaristan, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Doğu Almanya gibi Avrupa ülkeleri, Stalin'in kanlı rejiminin pençesine düştüler.

Çok uzun bi belgesel yazı arkadaşlar sıkılmamanız için parça parça gönderirim,yaptıkları öyle bikaç günde anlatılacak gibi değil ayrıca günbe gün rusyaların Türk soydaşlarımıza yaptıklarını kanıtlarıyla birlikte ekleyecem,bir arkadaşın bahsettiği gibi belgesiz kanıtsız konuşmam.Bunlar hep rus zülmü altında ezilmiş ülkelerin arşivlerinde mevcut.Internette de rahatlıkla bulabilirsiniz yaşamış ülke ve insan kaynaklarından ingilizce tercümeleride mevcut.

Ayrıca izleyebileceğiniz şahane bi belgesel var BBC tarafından hazırlanmış bir çoğunuz biliyorsunuzdur.Nasizm ve Stalin Rusyası adında cd satılan yerlerde bulabilirsinz kolaylıkla bilinen bi belgesel.
Bu belgeselin en can alıcı yorumlarında biri diyorki kapalı kapılar ardındaki dönemde rusya da yaşananlar pek bilinmiyordu gerçekler günden güne ortaya çıktı ki komunist rusyanın yaptıkları Nazileri gölgede bırakıyor !!


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]

ÜLKÜCÜLÜK

Ülkücülük, Türk milliyetçiliğinin özel adıdır. Türk milleti varoldukça ülkücülük de olacaktır. Herkesin ülkücü olması beklenemez. Ama Türk milletini milletler mücadelesinde birinci sıraya yükseltme hedefine ulaşmak isteyenler, kesinlikle Türk milliyetçisi olmak zorundadır. Türk milliyetçiliğinin siyasi, kültürel ve sosyolojik olarak kurumlaşmış haline ülkücülük adı verilir.

O halde, her ülkücü önce Türk milliyetçisidir. Türk milletininhizmetindedir. Türk milletinin milli ve manevi değerlerine sahip çıkarak, budeğerleri layık oldukları en yüksek doruklara yükseltmek, her ülkücününbirinci öncelikli görevidir. Oğuz Han’dan günümüze kadar parlak yıldızlar misali Türk milletinin önünde ışık olan bütün liderler, Türk milletine hizmet etmişlerdir. Türk milletine hizmet edenler, aynı zamanda Türk
milliyetçiliğine ve Ülkücü Hareket’e de hizmet etmiş olmaktadırlar.
1789 Fransız ihtilalinden sonra dünya, milletleşme çağına girmiştir. Türk milleti o dönemde büyük bir imparatorluk olan Osmanlı ile Önasya, Afrika ve Avrupa ortalarının nizamını sağlamakla yükümlüydü. Osmanlı, kuruluş olarak Türk milletine dayanmakla birlikte yükselme döneminden itibaren yönetimde Türk olmayan unsurlar yer almıştır. Fransız ihtilali ve Avrupa devletlerinin Hıristiyanlığı öne çıkararak, Osmanlı tebası durumundaki Hıristiyan toplumları kışkırtmaları sonunda, Osmanlı Avrupa’daki topraklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir.

Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı ve en son Kurtuluş Savaşı ile birlikte Osmanlı’nın kalıntıları üzerinden, Göktürkler’den sonra, tarihte ikinci kez, Türk adını taşıyan bir devlet doğmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğindeki bu yeni devleti kuran iradenin temelinde de Türk milliyetçiliği ülküsü yatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk milliyetçiliği ülküsünü savunan milliyetçiler, dönemin milli şefi tarafından Turancılık yaftasıyla suçlanmışlar, daha sonra bu ülkücü kadro Türk milliyetçiliği uğrunda
tabutluklarda işkence görmüştür. Alparslan Türkeş’in de aralarında yer aldığı, 1944 milliyetçilik olayı mağdurları daha sonra bu suçlamadan beraat ederek yüzlerinin akıyla görevlerine dönmüşlerdir.
Bugünkü Ülkücü Hareket’in siyasi şekillendirmesinin öncüsü, Başbuğ Alparslan Türkeş’tir. Başbuğ’un Türk milliyetçiliği ülküsünü siyasi yarışta MHP, kültür alanında ülkücü sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla temsil ettirdiğini belirtmeliyiz. Türkeş’in hazırladığı Dokuz Işık ilkelerinin ilk üç maddesi; Milliyetçilik, ülkücülük, ahlakçılık adını taşımaktadır. Buradan anlıyoruz ki, ülkücülüğün temeli, İslam inancı ile Türk milletinin sahip olduğu milli, manevi, kültürel ve tarihi değerler manzumesinden oluşmaktadır.

O halde, ülkücülük kuru bir ırkçılık davası değildir. Ülkücülük, milliyet olgusunu reddeden bir ümmetçilik de değildir. Ülkücülük, her milletin kendi özdeğerlerine sahip çıkmasını tabii gören, Türklüğün milli ve manevi değerlerinin kaynaşmasından meydana gelen Müslüman Türk milletinin milletler yarışında en öne geçmesini istemek, çalışmak ve bu ülküyü hayat tarzı haline getirmektir.
Ülkücülük, her insanı Yüce Allah’ın bir emaneti olarak görmeyi emreder. Ülkücüler, mensubu bulundukları Türk milletini layık olduğu maddi ve manevi zenginliklere kavuştururken, birlikte yaşadıkları her insanı kutsal bir emanet olarak korur, geliştirir ve mutluluğuna katkı sağlar. Ülkücülük, kesinlikle ayrıştırıcı değil, birleştiricidir. Ülkücülük sonu izm’le biten her türlü yabancı ideoloji ve sistemlere karşıdır. Türk milletine uygun olan en doğru yönetim sisteminin şahsiyetçiliği destekleyen demokrasi olduğunu kabul eder.
Ülkücü, Türk milliyetçiliğini kültür milliyetçiliği temelinde algılar.Kendini Türk hisseden ve Türk milletinin gelişmesine hizmet etmeyi şerefli bir görev sayan herkesi şefkatle kucaklar. Etnik ırkçılık ve ayrıştırıcı tuzaklara karşı, Türk milletinin milli ve manevi değerlerine sarılarak kenetlenebileceğine inanır.

Kısaca ülkücü, kendini Allah rızası için Türk milletine hizmete adayan adamdır.


Devamını okuyun...>>
| 3 yorum ]


Che'nin karanlık yüzü

Che mitinin ardında karanlık gerçekler yatıyor. Hayatını yakından inceleyenler, onun aslında romantik bir devrimciden çok, vahşi bir zalim olduğunu anlatıyor.


Bolivya'daki dağ kasabası Vallegrande'de, çamur ve tozla kaplı küçük bir havalimanı var. Bundan yedi yıl önce Arjantinli ve Kübalı bilim adamları elleri olmayan bir iskeleti arıyorlardı. Birkaç gün içinde, onu altı iskeletle birlikte buldular.

Ernesto Che Guevara'nın cesedi, Bolivya ordusu askerleri tarafından öldürüldükten sonra elleri kesilmiş olarak, ölümünden tam 30 yıl sonra bulundu ve devrime katıldığı evine, Küba'ya götürüldü. Guevara'nın ebedi ikametgahı Santa Clara'da bir mozole oldu.

Guevara'nın ölümünü takip eden yıllarda, "Che yaşıyor" sloganı, Paris'te, Prag'da, Berkeley ve Belfast'ta yankılandı durdu. 1968 hareketinde bu slogan; kapitalizme, soğuk savaşa, muhafazakarlığa ve militarizme karşı genç ve özgür dünyayı temsil ediyordu. Bu slogan, kısacık yaşamı Bolivya dağlarında sona eren Che Guevara'nın romantik yüzüyle sembolize edilmişti.

Yazar ve gazeteci Christopher Hitchens, "Bir anlamda 1968, aslında 1967'de Che'nin ölümüyle başladı" diyor. Kendini mahcup, düzgün ve dürüst bir Marksist olarak tanımlayan Hitchens, Che'nin ölümünün yarattığı duyguları şöyle anlatıyor: "Ölümü, ben ve benim gibi sayısız insan için çok şey ifade ediyordu. Bizim gibi burjuva romantikler için davasının peşinde koşan ve fikirleri yüzünden ölen bir rol modeldi."

Yaklaşık 40 yıl boyunca Che, Alice Harikalar Diyarı kadar hayal olan romantik devrimci idealizmi ateşledi. Che'nin korkusuz yüzü hala birçok duvarı süslese de, o artık eski örgüt flamaları kadar başka bir döneme ait. Che'nin anısı, sadece Meksika'daki Zapatista hareketinde ve gerilla lideri 60'lı yıllarda Che tarafından eğitilen Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde yaşıyor.

Küba'da ise, Guevara, yaptıkları ve yapabilecekleriyle yarı aziz konumunda. Ölümünden bu yana geçen sürede Che figürü, Çin yapımı fincanlardan blue jean'lere, bitkisel çaylardan kutu biralara kadar her şeyin üzerinde kullanıldı. Hatta "Che daha beyaz yıkar" sloganlı bir sabun tozu bile vardı. Bugün Che yaşıyor! Ama kendisinin ve devrimcilerinin kabuslarında bile göremeyeceği şekilde: Che evrensel bir marka oldu.

Che'nin ünlü bereli ve kızıl yıldızlı fotoğrafını çeken Alberto Korda, fotoğrafı Smirnoff votkanın üzerinde kullanan bir İngiliz reklam şirketini dava ederek manevi bir zafer kazandı. Fakat gidişat durdurulamazdı ve sonunda Madonna, "American Life" single'ının kapağında Che gibi giyinmiş olarak poz verdi. "Companero: Che Guevara'nın Yaşamı ve Ölümü" kitabının yazarı Jorge Castenada, Che'nin yaşamının anlamının içini boşalttıklarını belirtiyor ve şunları söylüyor: "Sol ne düşünürse düşünsün, Che uzun süre önce ideolojik ve siyasi figür olmaktan vazgeçmişti." Hitchens da, Che'nin ölümsüzlüğünü, nasıl yaşadığına değil, nasıl öldüğüne bağlıyor: "O devrimci geleneğe değil, romantik geleneğe ait. Romantik bir ikon olması için birinin genç ve umutsuz bir şekilde ölmesi gerekir. Che bu iki kritere de uyuyor. Che'yi kahraman olarak düşünenler, Marks'ın değil, Byron'un kriterlerine göre hareket ediyorlar."

Che'nin romantik kahraman miti, Motosiklet Günlükleri (The Motorcycle Diaries) filmi ile yeni bir aşamaya geçti. Film, Ernesto Guevara'nın arkadaşı Alberto Granada ile yaptığı Latin Amerika gezisi günlüklerini topladığı kitaptan uyarlanmış. Filmin yönetmeni 'Merkez İstasyonu' filmini yöneten ve 'City of God' filminin de prodüktörü olan Walter Salles. Başrol oyuncusu, Amores Perros ve Almadovar'ın Bad Education filminde oynayan Gael García Bernal sayesinde genç kuşak, Che'yi güneşte yanmış, karmaşık, sevimli bir serseri olarak tanıyacak. Filmin prodüktörü Paul Webster'a göre film, efsane Che olmadan önceki genç idealist Ernesto Guevara'yı anlatıyor. Acaba, Webster, Fidel Castro ile ilgili bir filmi finanse etmek için bu kadar hevesli olur muydu? Hayır. Che genç ve yakışıklıydı ve sonra da görüldüğü gibi bir mit olmuştu. Paul Newman'ın dediği gibi, "Kahverengi gözlü doğsaydım film yıldızı olmazdım." Che de bu kadar yakışıklı doğmasaydı, efsanevi devrimci olamayacaktı.

Bu arada, yolda Che Guevara'yla ilgili en az iki film daha var. Biri Steven Sodebergh'in çekeceği ve başrolü büyük ihtimalle Benicio del Toro'nun oynayacağı bir film, diğeri ise yıllar önce Evita'da Che'yi oynayan Antonio Banderas'lı bir film olacak. Hollywood daha önce de Malcom X'le, İrlandalı Michael Collins'le ve Zapata ile romantik devrimciler üzerine filmler çekmişti. Son olarak da Oliver Stone, Fidel Castro üzerine bir belgesel hazırlamış, fakat Castro gemi kaçıran üç Kübalı'yı idam edip 78 muhalifini de 28 yıl hapse mahkum edince, filmin piyasaya çıkışı durdurulmuştu.

Salles'ten farklı olarak Soderbergh, Che'nin devrimci yaşamındaki çarpıklıklara eğilmek zorunda. Aksi halde, seyirciye anti-Amerikan söylemleri olan komünist bir savaşçıyı sunmak, 11 Eylül'den sonra zor.

Bir moda fotoğrafçısı olan Korda, 5 Mart 1960'ta Havana'daki bir balkonda Castro'nun yanında ayakta dururken Che'yi çektiğinde, Che evrensel bir poster çocuğuna dönüştü. Jon Lee Anderson, "Che Guevara: Devrimci Bir Yaşam" isimli kitabında bu anı şöyle anlatıyor: "Korda, Che'nin yüzüne odaklanmıştı. Bu affedilmez bir şeydi. Deklanşöre bastı ve fotoğraf birçok kolejlinin yatak odasını süsleyen bir postere dönüştü. Che, devrimci bir ikon olarak duruyordu: Gözleri geleceğe kilitlenmiş, duruşu ve erkeksi gülümsemesiyle sosyal adaletsizliği hor gören bir adam."

1970 yılında tişörtlerde, çantalarda, kartpostallarda yer alan fotoğraf, 20. yüzyılın en büyük ikonlarından biri haline geldi. Aynı fotoğraf, Andy Warhol tarafından Marilyn Monroe ve James Dean’inkiyle birlikte ipek üzerine işlendi. Böylece şiddetli devrim sembolünün 60’ların serin duruşlu imajına dönüşme işlemi tamamlandı ve Che, sonsuza kadar Lenin'den çok Lennon oldu.

Amerikalı yazar Lawrence Osborne , fotoğrafın zamanlamasının çok doğru olduğunu belirttikten sonra New York Observer'daki yazısını şöyle devam ettiriyor: "Che bir rock star kadar devrimciydi. Bir moda fotoğrafçısı olan Korda, bunu içgüdüsel olarak keşfetmişti. Ondan önce, sadece Naziler siyasi güç ve cinsel karizmanın gücünü keşfetmiş ve bunu kullanmıştı. Komünistler asla bunu yapmadı. Ardından Küba devrimi ve sakallı, uzun saçlı tipler geldi. Bunlar Che'nin avucunun içindeydi. Bilmediği, bu görüntünün gerçekte onu ne kadar yansıttığıydı."

Che lakabını sonradan, herkese "Che (dost)" diye hitap ettiği için alan Ernesto Guevara, 1928'de aristokrat ama radikal bir ailenin oğlu olarak Arjantin Rosaria'da doğdu. Beş çocuğun en büyüğüydü. Astım hastalığı, ölene kadar peşini bırakmadı. Che, annesi Celia'nın ısrarıyla Buenos Aires'te tıp okudu ve ünlü motosiklet turunu yaptı. Motosiklet günlüklerinde çevresinde gördüğü yoksulluğu, "proletaryanın dünyanın her yerindeki temsili" olarak tanımladı ve kitabın sonunda öfkesi nefrete dönüştü.

1954'te CIA destekli bir darbeyle Guatemala'da sosyalist hükümetin yıkılışına tanık oldu. Ardından, sürgündeki Fidel Castro'yla tanıştığı Meksika'ya gitti. Kübalı diktatör Fulgencio Batista'ya karşı bir devrim planlayan Castro'nun ekibine doktor olarak ve gerillaları eğitmek üzere katıldı. Che, bu arada ilk eşi Hilda Gadea ile de evlendi. Che, Castro ve 80 kişiyle birlikte Küba'ya gittiğinde, kızları Hildita bir yaşındaydı. Felaketlerle başlayan devrim hareketi, köylülerin desteğiyle ilerledi. 1958'de Sierra Maestra dağlarında, birkaç yüz kişiden oluşan devrimci ordusu, Batista'nın 10 bin adamını yendi ve imkansız macera gerçek bir devrime dönüştü. 1959'da Havana'yı ele geçirirdiler. Bu arada Che, ikinci karısı olacak 24 yaşındaki Aleida March'a tutuldu. Aslında anti-komünist bir gruptan olan Aleida ve Che'nin birbirlerine aşık olmaları imkansızdı; ama, Jon Lee Anderson'un da yazdığı gibi, "Konu çekici kadınlara geldiğinde, Che, siyasi felsefesini askıya alıyordu." Doğrusu, siyasi felsefesinde de çelişkiler vardı. Che iyi bir liderdi; ama, aynı zamanda çok da sertti. Onun emriyle birçok köylü, itaatsizlik yüzünden idam edilmişti.

İngiliz tarihçi Andrew Sinclair, gerilla savaşında Che'nin, karakterindeki zalim yönü keşfettiğini yazıyor: "Ona göre, amaç için kan akıtmak mubahtı. İki yılda La Cabana'da yüzlerce Batista partizanının ölüm emrini verdi. Daha sonra da, Domuzlar Körfezi'nin anti-komünist sürgünler tarafından işgali sırasında, sağ kalan herkes öldürüldü."

Devrimin hemen ardından Che, Merkez Bankası Başkanı oldu. Yüzü, iki pesoluk paraların üzerindeydi. Fotoğrafçı Rene Burri, Castro kabinesinin oluşumunu şöyle anlatıyor: "Castro'nun yardımcılarından biri 'Aranızda ekonomist var mı?' diye sordu. Che elini kaldırdı. Herkes şaşırmıştı. Che soruyu yanlış anlamıştı. 'Aranızda komünist var mı?' diye sorulduğunu sanmıştı."

Che uzun süre bu görevde kalmadı. Onu devrimin gezgini haline getirecek Sanayi Bakanlığını üslendi. 1962'deki füze krizinde Che, Castro ve Krushchev'den bile katıydı. Hitchens, o dönemi, "Duyduğum kadarıyla füzelerin ateşlenmesinden yanaydı. Bana göre, bu büyük bir çelişki. Aynı zamanda hem dünyayı özgür kılmak isteyen bir devrimci ve hem de düğmeye basmak isteyen biri olamazsınız" diye anlatıyor.

Rene Burri, Küba füze krizinden birkaç ay sonra, Che'yi Havana'da fotoğrafladı. Che, Look Dergisi'nden Amerikalı bir kadın muhabirle röportaj yapıyordu. Burri o günle ilgili ilginç şeyler anlatıyor: "Üç saat boyunca o küçük ofisinde onunla birlikteydim. Röportaj komünizmle kapitalizm arasındaki horoz dövüşü gibiydi. Odada kafesine kapatılmış bir kaplan gibi dönüp duruyordu. Birden bana baktı ve durdu: 'Sen Magnum'dandın değil mi? Arkadaşın Andy'yi yakalarsam boğazını keseceğim' dedi ve parmağını boğazının üstüne götürdü." Andy dediği, Che ile Sierra Maestra'ya giden ve daha sonra tüm bilgileri Amerikan istihbaratına veren bir başka Magnum fotoğrafçısı Andrew St. George'du.

Burri, "Che o gün çok kızgındı. Belki bir şovmendi ama politikadan uzaklaştığı anda bir asker ve katile dönüştüğünü biliyorum" diyor. 1965'te Burri haklı çıktı ve Che, Küba'daki görevlerinden istifa ederek Afrika ve Latin Amerika'daki devrimci hareketlere yardım etmek için adayı terk etti.

"Che'nin tüm romantizmi ve kahraman duruşunun ardında vahşi bir taraf vardı ve Castro bunu çok önceden görmüştü. Devrimi büyük bir macera gibi görüyor ve pratik gerçeklerden, siyasi sorumluluklardan kaçıyordu. Çalışan kesime ve köylülere karşı, bir türlü aşamadığı Kastilyalı İspanyol üst sınıfa ait suçluluk duygusuna sahipti. Bana kalırsa Che'nin bütün yaşamı, kendi sınıfını terk etmek için yaptığı başarısız girişimler olarak nitelendirilebilir " diyor Lawrence.

1965 yılında, Che'nin maceracılığı ve ideolojik bağnazlığı onu Afrika'ya, Kongo'da bir başarısız devrim girişimine sürükledi. Castro'dan uzaklaşan Che, buradan Bolivya'ya gitti ve son gerilla savaşına katıldı. Guevara'nın yazdığı kitaplar arasında Bolivya günlükleri en güçlü ve etkileyici olandır. Çünkü bu günlüklerde demagojik yanı yok olmakla kalmamış, Che burada zorluğu, korkuyu ve başarısızlığı da anlatmıştı.

Che, 1967'de Yuro Ravine'de Başkan Barrientos'un birlikleri tarafından yakalandı. Castro'nun, -Che'nin tehlikede olduğunu duyar duymaz- Bolivya'ya gidecek bir tabur askeri hazırdı. Fakat, ABD Başkanı Johnson'la görüştükten sonra Küba'ya gelen Sovyet delege Kosygin, bu girişimi engellemişti. Johnson, Che'yi kurtaracak hiçbir hareket yapılmamasını istiyordu.

Castro Che'yi kurtarabilirdi ama kurtarmadı mı? Aslında o kadar basit değil. Gerçek politika onu engelledi. Ama Castro'nun her zaman bir kurtarma timi gönderme imkanı vardı. Üstelik kısa bir süre önce olsaydı, bunu sorgusuz sualsiz yapardı.

Yakalandıktan sonra Che, La Higuera'da bir okula götürüldü. Orada Mario Teran isimli bir gönüllü tarafından dört kez ateş edilerek öldürüldü. 39 yaşındaydı. Son sözleri, "Beni öldürmeye geldiğini biliyorum. Ateş et. Sadece bir insanı öldüreceksin" oldu. Ama düşmanları bile Che Guevara efsanesinin ölmeyeceğini biliyordu. Dünyayı şüphede bırakmamak için bazı yerel bakıcılar gelip yüzünü temizlediler ve cansız bedeni fotoğraflandı. Bu fotoğraflar -Che'nin çarmıhtan indirilmiş İsa'ya benzer bedeni- sayesinde, Che ikinci kez efsane oldu. Jorge Castaneda, Companero'da şöyle yazıyor: "İsa'ya benzer fotoğrafta Che, sanki katillerine bakıyor ve onları affediyor gibiydi. Dünyanın gözünde ise, bir ideal uğruna ölen Che, acı çekmenin ötesine geçmişti."

Tabii ki, bu kurban edilme, Che Guevara mitine, devrimci yaşamından ve yakışıklılığından daha fazla katkıda bulunmuştu. Ölerek sonsuza kadar dondurulmuştu. Jorge Castañeda şunları söylüyor: "Bu bize gösterdi ki, mitler siyasetten ve ideolojiden daha öte bir şeydir. Yaşamına daha yakından bakmadığımız sürece Che, biz istediğimiz sürece, üstelik bizim istediğimiz gibi yaşayacak."

Not: Yazı, 11 Temmuz Pazar günü Observer Gazetesi'nde yayınlanan Sean O'Hagan'a ait makaleden özetlenmiştir.


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]

HUN TÜRKLERİ ve KURT


Altay Dağları'nda yaşayan Hun Türkleri, gülen ya da kızan Kurt heykelleri yaparlardı. Büyük Hun Devleti'ni kuran Türk boyları daha çok Altay Dağları ile bu dağların güneybatısında yayılmışlardı; bu boylar ileride Kök Türk devletini kuracaklardır. Altay Dağları'nın, özellikle batı bölümlerinde bulunan kurganlarda, ağaçtan ve madenden yapılmış birçok kurt heykelciği ele geçmiştir. Bu heykelciklerin çoğu, dizgin ve eğerlere süs olmak için yapılmışlardır. Bu kurt heykelleri, doğal bir üslupla yapılmış olup gerçek bir kurdun fizyonomisini tam olarak yansıtmaktadırlar. Bu kurtların kimileri gülümsemektedirler. Bu kurt heykelcikleri, sıradan bir hayvan heykeli değildir. Onları yapan sanatçılar, kurtların yüz ve duruşlarına bir insan tavrı vermiş ve bu kurtları adeta kişileştirmişlerdir.
Bu kurtların bazıları ise korkunç görünüşlüdür. Büyük dişleri, korkutucu yüz ve göz hareketleri vardır. Kurt, insanlarca bazan korkunç olarak düşünülmüştür. Ama, Türk efsanelerinde görüldüğü üzere kurt, bu bölgelerde yaşayanların ata olarak da kabul ettikleri bir varlıktır. İşte, gülen ve şefkatle bakan kurt heykelleri bu bölge halklarının ataları olmalıdırlar.
Türkler'in kurttan türeyişi ile ilgili efsaneler ilk kez Kök Türkler zamanında görülmez. Bundan çok önceki çağlarda, mesela Asya Hun Hakanlığı döneminde bile, Türkler arasında böyle kurttan türeme efsaneleri vardı. Hunlar zamanında Batı Türkistan'da Büyük Hun Devleti'ne bağlı olarak yaşayan Usun Türkleri'nin de bir kurttan türeme efsanesi vardır. Bu efsane Çin tarihlerinde kayıtlı olup Usun Türkleri'nin hükümdar soyu ile ilgilidir. Fakat bu efsane, Kök Türk efsaneleri gibi köklü görünmemektedir. Usun Türkleri'nin kurttan türeme efsaneleri özetle şöyledir:

...Zamanın birinde, Usun Türkleri'nin ''Kunmo'' sanını taşıyan bir hanları vardı. Bu hân, Hun Devleti'nin batısında Hunlar'a bağlı olarak hüküm sürerdi. Hunlar ile Usunlar arasında savaş çıktı. Bir Hun saldırısında Kunmo'nun babası öldü. O sıralarda Kunmo çok küçüktü; daha yeni doğmuştu. Hun hükümdarı, Kunmo'nun çöle atılmasını, ölüm-kalımının kendi yazgısına bırakılmasını emretti. Çocuk çöle bırakıldı. Çölde emeklerken bir karga üzerinde dolaşmağa başladı ve gagasında tuttuğu eti yavaşça yaklaşarak ona verdi; sonra uzaklaşıp gitti. Kuşlar da çocuğu sineklerden korumakta idi. Sonra dişi bir kurt geldi; memesini çocuğun ağzına vererek onu emzirdi, sütü ile besledi. Bütün bu olanları gören Hun hükümdarı şaşırdı; çocuğun kutsal bir yavru olduğunu anladı. Çocuğu alıp adamlarına verdi; iyi bir bakımla büyütülmesini buyurdu. Çocuk büyüyerek yahşı bir yiğit oldu. Hun kaganı da, onu ordularından birine komutan yaptı. Gittikçe gelişen ve başarılar kazanan Kunmo'ya gönül bağlayan Hun kaganı, babasının eski devletini ona vererek Kunmo'yu Usun Türkleri'nin başına han olarak atadı...

Kök Türkler'in kurttan türeyiş efsanelerinin sonucunda bir cihan imparatorluğu ortaya çıkar. Ama yukarıda verilen Usun efsanesinde, Hun Kaganlığı'na bağlı küçük bir kıral vardır. Kıral, Hun imparatorunca cezalandırılmıştır. Ve sonradan, kıralın çocuğu yetiştirilerek babasının ülkesine yönetici olarak atanmıştır.
Çin tarihlerinin yazdıkları bu kayıttan anlıyoruz ki, Kök Türkler'in kurttan türeyişlerine benzer efsaneler, MÖ'ki yıllarda da söyleniyor ve bütün Türk boylarınca bunlara inanılıyordu. Bu tür efsaneler Türkler arasında o denli yayılmıştı ki, Çin tarihleri Türkler'den bahsederken, hemen bir kurttan türeme efsanesinden dem vuruyorlardı. Hun çağının yukarıda anlatılan bu kurt efsanesi, biçim olarak daha çok Kök Türk efsanelerine yakındır. Zaten Kök Türkler de -yerli ve yabancı tarih kaynaklarının da belirttiği üzere- Hunların soyundan gelirler ve kendileri de Hunlar'ın Orta Asya'daki mirasçıları olarak yaşamış ve davranmışlardır.
Avrupa'da büyük ve güçlü bir devlet kurmuş olan Batı Hunları'nda da Bozkurt ile ilgili malzemeler yer alır. Hun Türkler'i Avrupa'ya geldikten sonra -özellikle Cermenler'de- kimi yeni kurt efsaneleri görülmeğe başlanmıştır. Fakat Türkler'in kurt efsanelerinin motifleri, Romalılar'da bulunan kurt efsanesine aykırı düştüğü için, Batı Hun Türkleri ile Avrupa'ya gelen kurt efsaneleri daha çok Cermenler tarafından benimsenmiştir. Cermen kavimleri, büyük Batı Hun hakanı Attila'nın yüzünün bir kurda benzediğini söylerlerdi


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]

NEDEN BOZKURT
Bozkurt, bozkırların mağrur ve başeğmeyen hayvanıdır. Ona asla boyun eğdiremezsiniz. Hiçbir zaman evcilleşmez. İnsanla dost olabilir; ama yalnızca o kadar. Asla köpek ya da bir başka hayvan gibi insana boyun eğmez, köle olmaz. Çünkü Bozkurt, özgürlüğe tutkundur. Bir köpek gibi sahibine bağlanıp bedava yemek için yaltaklanmaktansa, özgür bir biçimde açlıktan ölmeği yeğler. Yenilebilir, ama ezilmez. Öldürülebilir, ama diz çökmez. Avlanabilir, ama tutsak edilemez. O, hürriyetine aşıktır.İşte bunlardan ötürü Türkler, özgürlüklerinin timsali olarak Bozkurt'u kendilerine simge seçmişlerdir. Bozkurt, Türk bağımsızlığının ve Türk özgürlüğünün simgesidir. Türkler de, Bozkurtlar gibi özgürlüklerine vurgundurlar. Tarihe bir bakın; Türkler'in asla köleleştirilemediğini göreceksiniz. Orta Asya'dayken, Çinliler bunu yaklaşık 1500 yıl denemiştir; ama hiçbir zaman başaramamışlardır. Türkler'in tarihi, bir zaferler geçididir. Ama yenilgilere, bozgunlara, kıyımlara da uğramışlardır. Ancak, hiçbir zaman galibe boyun eğmemişlerdir. Boyun eğmektense yüzyıllardır yaşadıkları ata topraklarını bırakıp göç etmişlerdir; tıpkı bir kurtçasına. İşte, tarihteki büyük Türk göçlerinin ana nedenlerinden biri de, bu boyun eğmeme isteğinden kaynaklanan yeni ve başına buyruk yaşanacak yurtlar bulma dileğidir. Türkler'in bir kurt misali, boyun eğmeğip de ölümü yeğlemelerine tarihin karanlık sayfalarından, damarlarında Türk kanı taşıyan her kişiyi kıvançlandıracak ve yüreğini titretecek bir örnek:


Yıl MÖ 54. Hun yabgusu (yabgu, hunlar zamanında Türk hükümdarlarının imparatorluk sanıdır) Hohanyeh (MÖ 58-31) sıkıntılıdır. Çünkü, güneybatıdaki zengin toprakların elden çıkmasıyla devletin gelirleri azalmış, Çin'in kışkırtması sonucu yöneticilerin arası açılmıştır. Hohanyeh çare olarak Çin himayesine girmeği düşünür. Fakat, devletin sol kanadını yöneten kardeşi Çiçi Han buna şiddetle karşı çıkar. Başka bir devletin himayesine girmektense yok olmayı yeğlediğini söyler. Çıkan iç savaşta Çiçi, ağabeyi Hohanyeh'e üstünlük sağlar ve başkenti ele geçirerek Hun yabgusu olur. Çiçi Yabgu, dörtbir yana yaptığı akınlarla devletini güçlendirir. Çu ve Talas ırmakları arasında yeni bir kale-kent kurar (MÖ 41) ve kentin etrafını surlarla çevirir. Fakat, Hun Devleti'nin gücü, Çin'i telaşlandırır. Çinliler, büyük bir ordu ile kale-kenti kuşatırlar. Türk ordusu seferdedir. Kale-kentte yalnızca savaşçılar, tiginler (prensler) ve hanedan üyeleri olmak üzere toplam 1518 kişi vardır. Çinliler, Hunlar'dan teslim olmalarını isterler. Durum, kurultayda görüşülürken Çiçi yabgunun şu sözleri kale-kenti çınlatır ve torunları olan bizlere ulaşır:

''Boyun eğmeyeceğiz ! Çünkü bu, şan ve şerefle yaşamış atalarımıza karşı yapacağımız ihanetlerin en büyüğüdür ! Atalarımız bize, bu topraklarla birlikte özgürlük ve bağımsızlığı da emanet ettiler ! Savaşçılığımız ve atıcılığımızla, yabancıları titreten bir millet olduk ! Korumakla görevli olduğumuz bu emanetleri, adi bir yaşam uğruna feda edemeyiz ! Savaşçıların yazgısı, savaşta ölmektir ! Biz ölsek de kahramanlığımızın şanı yaşayacak, çocuklarımız ve torunlarımız öteki kavimlerin efendisi olacaktır !''
O gece tüm çeriler pusatlanıp atlarına binerler. Havada puslu bir dolunay vardır. Kale kapıları açılır ve MÖ 36'nın o puslu gecesinde 1518 Türk, yel götürmez Çin ordusunun üzerine bir sel gibi akar. Sonuçta 1518 Türk, ecelin acı şerbetini içer ama Türk bağımsızlığı bugüne değin sürer. İşte özgürlük ve bağımsızlığı feda yerine ölümü seçmek; Bozkurtçasına.

En eski Türk efsaneleri kurt ile başlar. Kurt, Türk mitolojisinin başlangıcı ve aynı zamanda en önemli motifidir. Bozkurtlar, öteki kurtlara benzemezler. Onlar sürü halinde dolaşırlar. Başlarında yaşlı ve deneyimli bir önder kurt bulunur ki bu kurda Eke Kurt adı verilir. Kurtlar, başka hayvanlar gibi sürünün en güçlü hayvanını değil, en deneyimli olan üyesini önder olarak seçerler. Tüyleri kırlaşmış ve gök olmuş bu önder kurtlar sürüyü çekip çevirir, yönetir, yiyecek bulmak için en uygun koşulları ararlar. Türkler, yaşlı ve deneyimli kurdun ardından koşan genç kurtlardan daha çok öndeki yaşlı, deneyimli ve yeleleri kırlaşmış Gök Kurt'a önem verirlerdi. En eski Türk efsanelerinden beri görülen gök kurtlar da yeleleri kırlaşmış, sürülerini usta bir komutan gibi yöneten, düşmanları şaşırtıp pusuya düşüren böyle kurtlardır. ''Gök'', hem sonsuzluğa uzanan göğü, hem de göğün kendi rengini anlatan bir deyimdir. Oguz Kagan dahi, yüzü gömgök olarak doğmuştur. Eski Türkler, Tanrı elçilerine de Gök Sakallı derlerdi. Gök Börü, Gök Kurt, Boz Kurt deyimleri de böyle bir ululuğu ifade eder.
Türkler, yeleleri kırlaşmış deneyimli ve öncü kurtlara önem verirlerken Moğollar'ın gözlerinde köpekler kutsallaşmıştır. Moğollar'ın öz mitolojilerinde egemen olan hayvan kurt değil köpektir. Fakat Moğollar, uzun süre Türkler'in egemenliği altında yaşamışlar, Türkler'den kültürel olarak yoğun bir biçimde etkilenmişlerdir. Bu etkileşimin sonucu olarak öbür kültürel unsurlarla birlikte Bozkurt'u da almışlar ve Cengiz Han'ın ataları arasına Bozkurt'u koymuşlardır. Ancak yine de, Moğol kültüründe Bozkurt çok önemli bir yerde değildir. Türkler de ise Bozkurt, destan - efsane - mitoloji - folklor derken hemen hemen her alanda ortaya çıkar. Çünkü Bozkurt tarihin derinliklerinden kaynaklanan bir ivme ile Türk kültüründe ayrılmamacasına yer edinmiştir.
İşte, bütün bu anlatılanlar Bozkurt'un Türklük için niçin'ini ve nasıl'ını açıkça ortaya koymaktadır. Bozkurt, Türk özgürlük ve bağımsızlığının timsali olarak, Türk kültürü ile bütünleşmiş bir biçimde, Türklüğün benlik ve belleğinde yaşamaktadır.

Damarlarında Bozkurt'u hissedebilen her Türk'e selam olsun.


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]


BOZKURT

Türk kültüründe Bozkurt'un manasını açıklayabilmek için kültürün tanımlanması
gerekir. Özellikle kültürde sembolün öneminden
bahsettikten sonra Bozkurt'un
anlamını daha kolay kavrayabiliriz. Bir milletin kültürü ile mitolojisi
birbirinden farklı kavramlar değildir, her ikisi de aynı hayat felsefesinden
beslenmektedir. Kültür; bir milletin, dilini, san
atını, hukuk ve ahlak
anlayışını, duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Çünkü bir milletin
folklorunu ve edebiyatını belirleyen, mensuplarının idrak alemini oluşturan
değerlerin özünde o milletin kültürü vardır. Kültürün özelliği, milleti meydana
getiren fertlere kazandırmış olduğu idraktır. Bir kültürün sını
rı, onun zihniyet
ve imanı ile çevrelenmiştir. Kültürleri birbirinden ayıran, zihniyet ve iman
farklarıdır. Aynı farklara sahip olan cemiyetlerin birbiri ile çarpışmasına
sebep olur. Kültür çevreleri benzer olan veya benzer kaynaklardan beslenen
kültürler olur am
a bunlar birbirine tamamen benzemez. Her kültür, diğerlerinden
farklı görünmek durumundadır, farklılık şuuru olarak isimlendireceğimiz bu
durum, toplumun bütün hayat şekillerini başka kültürlerden ayrı olmaya, değişik
bir üslûp kurmaya yönlendirmektedir. Milli kimlik yahut kişilik dediğimiz bu
farklı oluş, düşünce biçiminden, kılık kıyafet; tavır ve davra
nış biçiminden,
eğitime ve eğlenceye kadar hayatın her saha ve safhasında görülür. Mesela, aynı
dine mensup olan milletlerin dinî anlayış şekilleri birbirinden farklıdır. Çünkü
idrak alemini şekillendiren değer yargıları farklıdır. Bu farkı onaya çıkaran
ise o milletin kültürüdür. Bu
farklılıklar o milletin mimarî abidelerine, edebî
eserlerine, musikî eserlerine, felsefî sistemlerine, v.s... yansır ve kültürün
devamlılığını sağlar. Böylece gelecek nesillere yol gösterici olur, kaynaklık
yapar. Her toplumun kültür değişimlerinin bir geçmişi vardır. Kaynağını ise o
toplumun tarihi derinliklerinden alır. Bir kültür varsa, onun ait olduğu millet
vardır. Millet özelliğine layık bir topluluk varsa, muhakkak bi
r kültürü vardır.
Kültürler ve dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf ve adetler gibi unsurlar, ait
oldukları cemiyetler kadar eski ve onlarla yaşıt sayılmalıdırlar. Bu kültür
unsurları nesilden nesile intikal ederler. Bunun neticesi olarak da yeni
nesiller bunları hazır bulurlar. Kültürü kalıcı kılan ve gelecek nesillere
aktaran, kültürün değer yargılarıdır. Bu değer yargıları da kendini sembollerle
yaşatır. İşte bu semboll
er kültürün en güçlü ve kalıcı kısmını oluşturur.

Kültürün genel manâda anlamını açıkladıktan sonra üzerinde durmamız gereken

önemli bir kavram da "Türk Kültürü" kavramıdır. Bizim atalarımız Orta Asya'da,
Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Burası Çin ile
sınırdaş olan bir ülkeydi. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin
pek çoğunu (malesef) Çin tarih kaynaklarından öğreniyoruz.. Çin tarihçileri M.Ö.
2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece
Türklerin bilinen tarihi 4000 yıllık bir tarihtir. Atalarımızın kü
ltürü "Bozkır"
kültürü olarak ifade edilme
ktedir. Bozkır kültürünü Türklerin siyasi ve sosyal
yapısı oluşturmaktadır. Bu kültür, göç ve fetihler esnasında orada terk edilip

gelinmiş değildir. Esasında, sosyolojik kaideler de göstermektedir ki kültür bir
elbise gibi eskiyip atılmaz veya değiştirilemez.


Bozkurt, asırlardır yaşayan bir ülkünün, Büyük Türkçülük ülküsü'nün sembolüdür.
Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti'nin inanışlarındaki rolü üç
şekildedir:

Ata olarak Bozkurt

Rehber olarak Bozkurt

Kurtarıcı olarak Bozkurt

Bozkurt'tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur,
emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazı Türk destanlarında
ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin
yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin de
vam etmesini
sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır. Türklerin millet
hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda Bozkurt
onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır. Ergenekon Destanı'nda ve Kut Dağı
efsanesinde Bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk'ün zor duruma
düştüğü zaman Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen
bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da

taşımaktadır. Sanki Bozkurt manevi bir alemden Türk Milleti'nin akıp giden
hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları
zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir. Türk tarihinde pek çok kahraman,
Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem Bozkurt anlamına
gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı
değildir.

Bozkurt'un Türk destanlarındaki fonksiyonu tamamen semboliktir. Milletin büyüme,

yayılma ve güçlenmesi için takip edilmesi gereken yolların işaretini destan
maddî unsurlarla ifade etmektedir. Bozkurt'ta sembolize edilen fikir Türk
birliğini sağlayan, Türklerin büyüyüp gelişmesini temin eden bir fikirdir.
Türkler bu fikire inanıp riayet ettikçe hakimiyetlerini ve üstünlüklerini
korumakta, bu fikirden ayrıldıkları zaman felakete uğramaktadırlar. Onları
felaketlerden kurtaran da yine Bozkurt olmaktadır. İşte burada Bozkurt, bir
ülkünün, yani sosyal bir hayat nizamının yansımasından başka bir şey değildir.

Kısacası, Bozkurt asırlardır varolan bir ülkünün sembolüdür.

Eski Türkçe'de Bozkurt'a, "Kök Böri" (veya "Börü") adı verilirdi. Buradaki
"Böri" (ya da "Börü") sözcüğü "Kurt" anlamına gelirken, "Kök" de bugünkü "Gök"
sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. Fakat Kök (Gök) kelimesi mavi rengi tasvir
etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, "Ulu" anlamında kullanılır. Mesela
"Kök Tengri", "Ulu Tanrı" anlamına gelir.

Türk destanları arasında, milli motifler
bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır:

Oğuz Destanı.

Bozkurt Destanı.

Ergenekon Destanı.

Göç Destanı.

Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.

Oğuz Destanı'nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan'a Bozkurt yol gösterip
kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.

Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan
çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek
istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt,
bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması
ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un
anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak
dikmiştir.

Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol
göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-Çine
(Boz-Kurt) adını almıştır.

Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt
yol göstermiştir.

Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır:

Soyun devamını sağlamak.

Türkler'e kılavuzluk etmek.

Türkler'i felaketlerden kurtarmak.

Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Gök Türk kağan sülalesi olan
Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök Türk kağanları, atalarının anısına
saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. Böylece
kurt başlı sancak, Türkler'de kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur. Ancak bu
gelenek yalnızca Gök Türkler'e özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türkleri'ne ve
Türkler'in eski atalarına değin gider. M.Ö.'ki Asya Hunları'nda ve hatta o
çağlarda Batı Türkistan'da yaşayan U-sun (Wu-sun) Türkleri'nde, tıpkı bildiğimiz
Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği
süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaç Türkleri'nde de vardı;
Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt ırmakları" bulunmaktaydı. Uygur
Türkleri'nin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur
Kaganlığı, Gök Türk Kaganlığı'nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, Kök-Türk
Kaganlığı'nın devamıdır).

Kurt, eski Türk kültüründe "at" ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır.
Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun
yol gösterdiğine inanmışlardır. Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan
kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan
türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.

Gök Türkler'e göre dişi kurt "ulu ana", Uygur Türkleri'ne göre de erkek kurt
"ulu ata"dır. Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'a her sefere çıkışında gök bir kurt
öncülük eder. Çingizname'de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve
doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.

Dede Korkut Öyküleri'nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. Yine Dede
Korkut Öyküleri'nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan
haber vermesini ister.

Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ''tipik''tir; yani, başka
kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile
Türk soyundan olan kavimler "Kurt'tan Türeyenler" olarak tanımlanırken, Türk
soyundan olmayan kavimler "Kurt'tan Türeyenlerden Değildirler" biçiminde
ayırdedilmiştir.

Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir
varlıktır. Uygur Türkleri'nin Kutlu Dağ Destanı'nda kurt, ülkeye bolluk ve
mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinliler'e verilmesinden sonra,
üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni
bir yurt arayan Türkler'e kılavuzluk etmişti.

Batıda (11. yüzyılın sonu) Kuman Türkleri'nde yardımına başvurulduğuna ilişkin
kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin
gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan
Tabgaç Türkleri'nin ataları (yani Hun Türkleri) bir Bozkurt'un önderliğinde
yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.

En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan, gün
ışığının içinden çıkan bir Bozkurt'un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir. Şimdiki
Bulgaristan topraklarında bulunan Madara'daki kaya kabartmasında görkemli bir
atlı biçiminde gösterilen Kurum Han'ın yanındaki kurt tasviri de, Türk bozkurt
geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir. Kurt motifi, çobancılık ve
besicilikle (Eski Türkler'in ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı
ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk'tür. Bundan dolayı, bugün
dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de
kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile Bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu
sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk'ün yaşam
ve savaş gücünü temsil eder.

Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına
bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un beli kurt
beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde
"Kök Böri bolsungıl uran" ("Gök Börü olsun savaş narası") demiştir. Yine Oğuz
Destanı'nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.

Kırgız Türkleri'nin büyük destanı Manas Destanı'nda kurt, bir düş yorumu olarak
karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han'ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe
görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı
kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun'a
şöyle derler: "Senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak..." Kırgız
Türkleri, cins ve güzel atlara da ''Kök Böri'' (Gök Kurt, Boz Kurt) adını
verirlerdi...


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]

KIZIL ELMA



Bir milletin yürütücü kuvvetine 'ülkü' denir. Toplumlardaki kişileri birbirine bağlayan nesne, sadece kök birliği, çıkar ve ihtiyaç değil, bunlarla birlikte ve aynı zamanda ülküdür.
ülküsüz topluluk yerinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır. Sözlük anlamı 'and' ve 'uzak hedef' demek olan 'ülkü', topluluğu aynı yolda yürüten bir kuvvettir ki, bu uğurda insanlar birbirlerine karşı içten sözleşmiş gibidirler.

ülkü, ilkönce, insanların gönüllerinde, gönüllerinin derinliğinde, şuuraltında, hayallerinde doğar ve kendini önce destanlarda gösterir. Sonra şuura geçer, büyük kılavuzlar tarafından açıklanır. Daha sonra da büyük kahramanlar, onu gerçekleştirmek için büyük hamleler yapar. Bu hamle sırasında da ülkülü millet, kahramanlar ardından gönül isteği ile koşar. Bütün bu uğraşmalar arasında da millet yürür; önce manen, sonra maddeten ilerler, olgunlaşır, erginleşir.

Türk destanlarından çıkan anlama göre, Türklerin ülküsü, fetihler sonunda büyük ve üstün bir devlet kurarak bu devletin içinde bolluğa ve mutluluğa kavuşmaktır. Aşağı yukarı, her millet, aynı şekildeki milli gayelerin ardındadır. Milletlerin çapına, kaabiliyetine göre milli ülkülerin ayrıntılarında farklar olmakla beraber, ana çizgiler bakımından hepsi birbirine benzer: Büyümek ve rahatlığa kavuşmak!

Türkler, kendi ülkülerine niçin 'kızılelma' demiştir, bunun sebebini bilmiyoruz. Yalnız bu addaki saflık ve tabiilik, Türk ülküsünün çok eski olduğunu göstermek bakımından manalıdır. Kızılelma adı, ülkünün aydınlardan önce halk arasında doğduğunu gösterse gerektir.

Kızılelma ülküsü, Osmanlıların parlak çağlarında iyice belirip şekillenmiş ve konak konak, Türk büyüklüğünün, yükseklik fikrinin, ilahi bir gayenin timsali haline gelmiştir. Bu büyük düşünce olmasaydı, XI. Yüzyılda Anadolu'ya gelen, ençok bir milyon Türk, Bizans'ın Asya ve Avrupa'daki topraklarında rastladıkları diğer Türklerin birkaç tümenlik hrıstiyanlaşmış döküntülerinin yardımı ile de olsa, bu dünya çapında devleti kurup dört kıta 'dördüncüsü Okyanusya'dır' üzerindeki teşkilat ve medeniyet şaheserini yaratamazdı.

Milletlere milli inanç ve güvenç veren ülkünün ne büyük bir kuvvet olduğunu anlamak için bugünkü olaylara bakmak yeter:

60 milyonluk bir millet olmalarına rağmen dağınık, teşkilatsız ve geri olan Araplar, milli ülküleri olan Arap Birliği düşüncesi sayesinde toparlanma yoluna girmişlerdir. ülkülerinden aldıkları güçle, Filistin işinde İngiltere ve Amerika'ya kafa tutmaktadırlar. ülkü sahibi millet oldukları için de dünyada itibarları ve değerleri artmıştır. Bizim için çok büyük isret ve ders olan şu olay, Arapların itibarını göstermesi bakımından manalıdır: Birleşmiş Milletler teşkilatının 11 üyeli Güvenlik Konseyi'nin beşi 'Amerika, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin' daimi, altısı geçicidir. 1945 yılında, bu altı üyelik için seçim yapıldı. 900 yıllık büyük bir geçmişi ve tarihi olan, askeri devlet olarak nam kazanmış bulunan Türkiye bu seçimde ancak bir tek oy alarak Konsey'e giremediği halde, İngiliz işgalinden henüz kurtulamamış olan ordusuz, donanmasız Mısır, 45 oy alarak bu üyeliğe seçildi. Demek ki, o zamanki Birleşmiş Milletler teşkilatına dahil bulunan 50 devletten 45'i, Mısır'ı bizden daha itibarlı ve üstün görmüştü.

1946'da geçici üyelik için yapılan seçimde de, Türkiye'ye kimse oy vermediği halde, Suriye 45 oy aldı. Bir iki yıllık bir devlet olan o zamanki üç milyon nüfuslu Suriye'nin Türkiye`ye tercih edilmesinin sebebi açıktır: Suriye, bir ülkünün ardındadır. Yani prensip sahibidir. Bundan dolayı da, düşmanlarının bile saygısını kazanmıştır.

Yahudiler de, ülkü sahibi olmanın ikinci bir ibret verici örneğidir. Korkaklığı atasözü haline gelen bu millet, bugün, bir milli ülkünün ardında, herhangi bir millet kadar cesaretle çarpışıyor. Milli kahramanlar ve bu milli kahramanlar, idama mahkum edildikleri ve bağışlanma dileğinde bulunurlarsa ölümden kurtulacakları halde, İngiltere'den af dilemeyerek milletlerine şeref vermek suretiyle ölüyorlar. Bu milli ülkü sayesinde, Filistin'deki yarım milyon yahudi (O zaman Filistin'de yarım milyon Yahudi vardı), yalnız Araplarla değil, koca İngiltere ile savaşı göze alıyor, Amerika'ya meydan okuyor. Milli ülküye yapışmak sayesinde Yahudiler o kadar kuvvetlenmişledir ki, bugün İngiltere imparatorluğu onlara karşı bir şey yapamıyor. Tebaasında bir tek kişinin hapse atılmasını savaş sebebi saban İngiltere, bugün, İngiliz askerlerinin öldürülmesine, İngiliz subaylarının kaçırılıp dayak atılarak horlanmasına, masum İngiliz çavuşlarının Yahudiler tarafından canice asılmasına ses çıkaramıyor.

Bütün bunların en önemli sebebi Arapların ve Yahudilerin olağanüstü kuvvetli olmasıdır. Bu kuvvet maddi değil, manevidir, Yani ülkü kuvvetidir.

Kızılelma ülküsüne 'tehlikeli maceracılık' diyenler, bugünkü Araplar ile Yahudilere bakıp düşünmelidirler. Hele Yahudiler 2000 yıl önce kaybettikleri vatanlarını yeniden ele geçirmek ve yalnız kitaplarda kalmış olan İbrani dilini diriltip bir konuşma dili haline getirmek uğrundaki çalışmaları ile dünyaya örnek olmuşlardır.

Biz ise bir yandan 'bir Türk dünyaya bedeldir' vecizesine inanmış görünürken, bir yandan da kendimizi baltalayıp inkar ettik. Büyüklükten korktuk. Küçüklüğü benimsedik ve milli ülkü ile delilik diye alay ettik. Güvenlik Konseyindeki seçimler göstermiştir ki, kimseden bir şey istememek, herkesle hoş geçinmek, ittifaklar yapmak bir millete itibar sağlamıyor. Kızılelma ülküsünü bir delilik sayacaksak, büyüklükten değil, yaşamaktan da vazgeçmeliyiz. 'Tarihi görevini yapmış ve artık ölmeye yüz tutmuş bir topluluk' olmayı kabul etmeliyiz. Eski Asurlular, Hititler, Romalılar gibi haritadan silinmeye razı olmalıyız. Buna razı değilsek milli ülkünün peşine düşmeliyiz ve demiryolu yapmakla birkaç fabrika kurmayı ülkü diye göstermek gafletinden çekinmeliyiz.

ülküler için 'maddi faydası nedir?', 'uygulanabilir mi?' diye düşünmek doğru değildir. Hiçbir inanç riyazi mantığa vurulmaz. Tanrı'nın varlığı da riyazi metod ile isbat edilememiştir. Fakat yüz milyonlarca insan ona inanmakta ve bu inançtan güç almaktadır. ülküler de böyledir.

Kızılelma ülküsünün gerisinde savaşlar ve büyük sıkıntılar görüp de korkanlar bulunabilir. Kendi rahatı ve keyfi kaçmasın diye insanlık davası (!) güdenler, ülküyü inkar edenler her zaman, her yerde çıkabilir. Fakat bir milletin içinde büyük bir çoğunluk milli ülküye inandıktan sonra, geri kalanlar da ister istemez bu milli akıntıya uymaya mecburdurlar. Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların milli ülküyü güya milli çıkar adına baltalamasının önüne geçmektir.

Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşüncesi olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, iltimas ve namussuzluğun türküsü alır yürür. Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı? Kızılelma, Türk milletinin manevi besinidir. Açlar yiyecek bulamadıkları zaman nasıl faydasız, zararlı, hatta zehirli nesneleri yerlerse; Türk milleti de 'Kızılelma' kendisine yasak edildiği için marksizm ve kozmopolitizm gibi zararlı ve zehirli fikirlere el uzatıyor.

Fakat artık bu devir kapanmıştır. Gittikçe uyanan milli şuur karşısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızılelmanın yolunu kapatamayacaklardır.

Ziya Gökalp'ın mısraları düsturumuz olacaktır:

Demez taş, kaya
Yürürüz yaya...
Türküz, gideriz Kızılelmaya.


Kızılelma, 1.sayı, 31 Ekim 1947

H.Nihal Atsız


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]

Turan Nedir


Türkçülük ile Turancılığın ayırımlarını anlamak için Türk ve Turan
topluluklarının sınırlarını belirlemek gerekir. Türk, bir milletin adıdır.
Millet kendine özgü bir kültürü olan bir topluluk demektir. Öyleyse Türk'ün
yalnız bir dili, bir kültürü olabilir.



Oysa Türk'ün kimi kolları, Anadolu Türkleri'nden ayrı bir dil, ayrı bir kültür
yaratmaya çalışıyorlar. Diğer Türk illeri birer ayrı dil, ayrı edebiyat ve ayrı
kültür oluşturmaya çalışırlarsa, Türk Milleti'nin sınırları daha daralmış olur.




Bugün kültürce birleşmesi kolay olan Türkler, özellikle Oğuz Türkleri, yani
Türkmenlerdir. Türkiye Türkleri gibi Azerbaycan, İran ve Harizm ülkelerinin
Türkmenleri de Oğuz uruğundandır. Bunun için Türkçülükteki yakın ülkümüz Oğuz
birliği, yani Türkmen birliği olmalıdır. Bu birlikten amacımız nedir? Siyasal
bir birlik mi? Şimdilik hayır! Gelecekle ilgili bugünden bir yargıya varamayız.
Fakat bugünkü ülkümüz, Oğuzlar'ın yalnız kültürce birleşmesidir.



Oğuz Türkleri bugün dört ülkede yayılmış olmakla birlikte tümü birbirine
yakındırlar. Dört ülkedeki Türkmen illerinin adlarını karşılaştırırsak, görürüz
ki birinde bulunan bir ilin ya da boyun öbürlerinde de kolları vardır.



Örneğin Harizm'de Tekeler ile Sarılar'ı ve Karakalpaklar'ı görüyoruz. Yurdumuzda
Tekeler, bir sancak oluşturacak kadar çoktur, dahası bir bölümü bir zamanlar
Rumeli'ye yerleştirilmiştir. Türkiye'de sarılar özellikle Rumkale'de otururlar.
Karakalpaklar ise Karapapak ve Terekeme adını alarak Sivas, Kars ve Azerbaycan
yörelerine yerleşmişlerdir. Harizm'de Oğuz'un Salur ve İmralı boylarıyla Çavda
ve Göklen (Karluklardan Kealin) illeri vardır. Bu adlara Anadolu'nun çeşitli
noktalarında rastlanır. Göklen, kendi adını Van'da bir köye Gökoğlan şeklinde
vermiştir.



Oğuz'un Bayat ve Afşar boyları da gerek Türkiye'de, gerek İran'da ve
Azerbaycan'da bulunuyor. Akkoyunlular ile Karakoyunlular da bu üç ülkede
yayılmışlardır. Öyleyse Harizm, İran, Azerbaycan ve Türkiye ülkeleri
etnografyası bakımından aynı uruğun yurtlarıdır. Bu dört ülkenin toplamına
Oğuzistan adını verebiliriz. Türkçülüğün yakın ereği, bu büyük bölgede yalnız
bir tek kültürün egemen olmasıdır.



Oğuz Türkleri genellikle Oğuz Han'ın torunlarıdır. Oğuz Türkleri birkaç yüzyıl
öncesine gelinceye değin uyumlu bir aile olarak yaşarlardı. Örneğin Fuzuli bütün
Oğuz kollarında okunan bir Oğuz şairidir. Korkut Ata Kitabı, Oğuzlar'ın resmi
Oğuzname'si olduğu gibi, Şah İsmail, Aşık Kerem, Köroğlu gibi halk yapıtları da
bütün Oğuz iline yayılmıştır.



Türkçülüğün uzak ülküsü ise Turan'dır. Turan, kimilerinin sandığı
gibi Türkler'den başka Moğollar'ı, Tunguzlar'ı, Fin-Ugorlar'ı, Macarlar'ı da
içine alan bir budunlar topluluğu değildir. Bu topluluğa bilim dilinde
Ural-Altay topluluğu denilir. Bununla birlikte bu sonki topluluğa bağlı
budunların dilleri arasında bir yakınlık bulunduğu da henüz kanıtlanamamıştır.
Öyle ki, kimi yazarlar, Ural Budunları ile Altay budunlarının birbirinden iki
ayrı topluluk olduğunu ve Türkler'in, Moğollar ve Tunguzlar ile birlikte Altay
topluluğuna, Fin-Ugorlar ile Macarlar'ın da Ural toluluğuna bağlı bulunduklarını
ileri sürüyorlar. Türklerin, Moğollar ve Tunguzlar ile de bir dil yakınlığı
olduğu da kanıtlanamamıştır. Bugün bilimsel olarak saptanan bir gerçek varsa, o
da Türkçe konuşan Yakut, Kırgız, Özbek, Kıpçak, Tatar, Oğuz gibi Türk boylarının
dilce ve gelenekçe budunsal bir birliğe sahip bulunduğudur. Turan
sözcüğü, Turlar, yani Türkler demek olduğu için, yalnızca
Türkler'i içine alan bir birliğin adıdır. Öyleyse Turan sözcüğünü bütün
Türk kollarını içine alan büyük Türk ülkesi için kullanmamız gerekir. Çünkü
Türk sözcüğü, bugün yalnız Türkiye Türkleri'ne verilen bir ad olmuştur.
Türkiye'deki Türk kültürü içine girenler, doğal olarak yine bu adı alacaklardır.
Benim kanımca bütün Oğuzlar yakın bir zamanda bu adda birleşeceklerdir. Fakat
Tatarlar, Özbekler, Kırgızlar, ayrı kültür oluştururlarsa, ayrı uluslar halini
alacaklarından, yalnız kendi adları ile anılacaklardır. O zaman bütün bu eski
yakınları budunsal bir birlik olarak birleştiren ortak bir ada gerek duyulacak.
İşte bu ortak ad Turan sözcüğüdür.



Türkçülerin uzak ülküsü, Turan adı altında birleşen Oğuzlar'ı, Tatarlar'ı,
Kırgızlar'ı, Özbekler'i, Yakutlar'ı, dilde, edebiyatta, kültürde
birleştirmektir. Bu ülkünün bir gerçekliğe dönüşmesi olanağı var mı, yok mu?
Yakın ülküler için bu yön aranırsa da, uzak ülküler için aranmaz. Çünkü uzak
ülkü ruhlardaki coşkuyu sonsuz bir aşamaya yükseltmek için, ulaşılmak istenen
çok çekici bir düştür. üçyüz milyon Türk'ün bir ulus olarak birleşmesi Türkçüler
için en güçlü çoşku kaynağıdır. Turan ülküsü olmasaydı, Türkçülük bu denli hızla
yayılmayacaktı. Bununla birlikte kim bilir? Belki gelecekte Turan ülküsü de
gerçekleşecektir. ülkü, geleceğin yaratıcısıdır. Dün Türkler için düşsel bir
ülkü olan ulusal devlet, bugün Türkiye'de gerçekleşmiştir.



Öyleyse Türkçülüğü, ülküsünün büyüklüğü bakımından üç aşamaya ayırabiliriz:



1) Türkiyecilik



2) Oğuzculuk



3) Turancılık



Bütün gerçeklik alanında yalnız Türkiyecilik vardır. Fakat ruhların büyük bir
özlemle aradığı Kızıl Elma, gerçeklik alanında değil, düş alanındadır.
Türk köylüsü Kızıl Elma'yı düşlerken gözünün önüne eski Türk ilhanları
gelir. Gerçekten Turan ülküsü geçmişte bir düş değil, gerçeklikti. İsa'dan 210
yıl önce Kun Başbuğ'u Mete, Kunlar (Hunlar) adı altında bütün Türkleri
birleştirdi zaman Turan ülküsü gerçekleşmişti. Hunlardan sonra avarlar,
Kırgız-Kazaklar, daha sonra Kür Han, Cengiz Han ve sonuncu olmak üzere Timurlenk
Turan ülküsünü gerçekleştirmediler mi?



Turan sözcüğünün anlamı böyle sınırlandırıldıktan sonra artık Macarlar'ın,
Fin-Ugorlar'ın, Moğollar'ın, Tunguzlar'ın, Turan ile bir ilgileri kalmaması
gerekir. Turan bütün Türklerin geçmişte ve belki de gelecekte bir gerçeklik olan
büyük yurdudur.



Turanlılar, yalnız Türkçe konuşan uluslardır. Eğer Ural ve Altay ailesi
gerçekten varsa, bunun kendine özgü bir adı olduğundan, Turan adına gereksinme
duyulamaz.



Bir de kimi Avrupalı yazarlar, Batı Asya'da asılları bakımından Samiler ya da
Ariler'den olmayan bütün budunlara Turan adını takıyorlar. Bunların amacı, bu
budunların Türkler'in yakını olduğunu onaylamak değildir. Yalnız Samiler ile
Ariler'den başka budunlar olduğunu anlatmak içindir.



Bundan başka kimi yazarlar da Şehname'ye göre Tur ile İrec'in kardeş olduğuna
bakarak Turan'ı eski İran'ın bir bölümü saymaktadırlar. Oysa Şehname'ye göre Tur
ile İrec'in üçüncü bir kardeşleri daha vardır ki adı Selem'dir. Selem ise
İran'ın boyun dedesi değil, bütün Samiler'in ortak atasıdır. Öyleyse Feridun'un
oğulları olan bu üç kardeş, Nuh'un oğulları gibi, eski etnografik bölümlerin
adlarından doğmuştur. Bundan anlaşılıyor ki Turan İran'ın bir parçası değil,
bütün Türk illerini içine alan Türk birliğidir...





"Türkçülüğün Esasları", Ziya Gökalp, Sayfa: 20-24


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]


CEVDET KARAKAŞ

Elazığ'lı olup 21 yaşındaydı. Ailesi ile birlikte Almanya'da bulunuyorken, Türkiye'ye vatanına dönmüştü. Elazığ'da cereyan eden bu olaya adı karıştığı için tutuklandı ve 12 Eylül Mahkemeleri'nde yargılanarak idam cezasına çarptırıldı. 4 Haziran 1981 günü sabahın erken saatlerinde Elazığ kapalı Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.

Ailesi Almanya'da rızk peşinde. Oğullan idam talebiyle mahkeme önünde...

Avukatı yok. Barolardan bir tek avukat bu davayı üstlenmek istememiş.

Bu davaya girmeme hususunda Elazığ Barosu ittifak etmiştir.

Gayeleri yalnız ve yalnız Allah rızasını kazanmak olan bu insanların karşılaştıkları meşakkatlerde, tek dayandıkları yüce Allah olmuştur.

Bu daire dışında söylenen lafızların hakikat değeri koskoca bir hiçtir.

Gayesinin gereği kimselerden medet ummuyor.

Dili döndüğünce, gücü yettiğince kendini mahkeme önünde savunuyor.

Ne var ki, bir kişiyi öldürmekten sanık Cevdet için karar idamdır.

Onca insan kıyımında makine rolü oynayan marksist yaftalı hainlerin ufacık ufacık cezalarıyla köşe döndükleri hayretle anılacak bir vakadır.

Mazlumların ahlarının yerde kaldığı görülmüş müdür?

Bir zamanlar tilki ve köpek ulumaları ile evlerinden çıkmayan zevatlar devir değişir değişmez aslan postuna bürünerek, gerçek kahramanları kötülüme ve karalama yoluna gitmeleri, düşünen insanlar için ders çıkarılacak bir olaydır.

Cevdet çıkacağına inanıyor. Elazığ Kapalı Cezaevi'nin yapısı isteyen bir insan için, birtakım riskleri göz önüne alarak kaçmaya müsaittir.

Cevdet bu yolu düşünmemiştir. Bağımsız milletin bekası için var olan mahkemeler bulunduğuna göre, isnad edilen eylemin kefareti ağır olmayacaktır

Böyle düşünüyor.

Onunla yakın teması olan yetkililerin ifadesi ile: O isteseydi kaçabilirdi. Kafasında böyle bir düşüncesi yoktu. Çünkü inanıyordu. Çünkü ağır bir yükün altına gireceğini ümit etmiyordu..
itimadı ve güveni havada kaldı

Karar: idam!

Bu safhadan sonra babası Almanya'dan dönüyor. Oğlunun uğradığı haksızlığı ortadan kaldırmak için didiniyor, çırpınıyor...

Bütün gayretler nafile!
Karar değişmiyor.

Cevdet Allah'a yaslanmış, kimseden menfaat ummuyor. Yola çıkanların aklında ve gönlünde sadece, Allah'ın hoşnutluğunu kazanma düşüncesi vardı...

Daha sonraki gelişmeler onu yalnızlığa itmişse de, o hiçbir zaman moral bozumuna uğramamış, hep dik ve vakarlı olmasını bilmiştir.

Boynuna takılacak ipe tıpkı diğer gönüldaşları gibi yürümüştür.

Zaman zaman kendi kendine tekrarladığı bir söz:

"Ya Rabbi gayem senin rızanı kazanmaktır. Dünyalık hırs ve mevki benden uzaktır. Ben insanlara dayanmadım. Ben insanlardan yardım dilenmedim. Ben beni iyi görsünler, iyi desinler, övgüye tabi tutsunlar diye bu davanın içine girmedim. Bana uygun gördüğün yükten hoşnutum.

Günahlarımı affeyle, iki dünyamı da mamur ve müreffeh eyle!"

İman dolu yüreği, onu şehidler kervanına katmıştır.


Devamını okuyun...>>
| 0 yorum ]


CENGİZ BAKTEMUR 2 Mayıs 1982... Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Polat köyünden olup 20 yaşındaydı. Ailece, Doğanşehir’de Yeni Belediye Garajı’nın yakınında Doğu mahallesinde oturuyorlardı. Liseyi yeni bitirmişti. Doğanşehir’de meydana gelen bir olaya adı karıştığı için tutuklanıp cezaevine kapatıldı ve 12 Eylül Mahkemeleri’nde yargılanarak idam cezasına mahkum edildi. 2 Mayıs günü, sabahın erken saatlerinde Elazığ Kapalı Cezaevi’nde asılarak şehit edildi. Mahkemede idam cezasına çarptırıldığını öğrenen annesi, ruhi bunalım geçirdi. Şehadetinden sonra da felç oldu. Cenazesi, Doğanşehir Mezarlığı’na defnedildi.

DARAĞACINDA CAN VEREN BİR ŞEHİDİMİZİN SON SAATLERİ...

Genç yaşta Ülkücü Hareketin saflarına katılmıştı. 12 Eylül öncesinde mücadelenin içerisinde yer almış hatta bu uğurda cezaevine de girip çıkmıştı.

12 Eylül fırtınası, Ülkü Çiçeklerini birer birer dallarından kopararak savurmaya başladığında o günlerde yaşananlardan endişe içinde kalan ailesi, onun hemen askere gitmesini istemişti.

O, Ülkücü sabıkasından dolayı “sakıncalı er” olarak acemi birliğini tamamladıktan sonra usta er olarak değişik yerlerde silahsız görevlere gönderildi. En son geldiği yer Elazığ İl Jandarma Alay Komutanlığı idi. Merkez Bölük Komutanı olan yüzbaşı ise gerçekten milliyetçi ve vatansever bir insandı. Komutanına, devamlı olarak askerlikle ilgisi olmayan onarım gibi işlere koşturulduğunu anlatınca o, bu şikayeti anlayışla karşılamış ve gerekli emirleri vererek onu askerliğinin son aylarında hem onurlandırmış hem de bilmeyerek vicdanında bütün hayatı boyunca kanayacak bir yaranın açılmasına sebep olmuştu.

Artık, cezaevi dış güvenlik nöbetlerine ve koğuş arama operasyonlarına gönderiliyordu. Sorumlu oldukları Elazığ Kapalı Cezaevi ağzı beraber mahkumla doluydu. İçlerinde az sayıda Ülkücü de vardı. O, bir vesile ile Ülküdaşlarını görmek onlarla irtibat kurmak istiyor, bu sebeple cezaevi ile ilgili her hangi bir görev olduğunda gönüllü olarak hemen öne atılıyordu.

İKİ GÜN ÖNCESİ... ANASIYLA SON GÖRÜŞMESİ...

O gün, Nisan’ın son günü, daha önceden ismini duyduğu ancak hücrede kaldığı için bir türlü yüzünü göremediği Cengiz Baktemur ile ilgili bir takım olaylar oluyordu.

Bir süre önce gazetelerde "idam cezası -12 Eylül diktatörlerince- tastiklendi” diye yazılan Cengiz’in annesi kalkıp Elazığ’a gelmişti. İçinde belki yavrumu bir daha göremem endişesini taşıyan bu ana, evladıyla görüşmek istiyor ama cezaevi idaresi bu görüşmeye izin vermiyordu.

Yüreği yaralı ana, oğlunu görmek için bütün gücüyle diretiyor ve cezaevinin önünden de ayrılmıyordu. Daha sonra araya giren bir astsubay, Bölük Komutanı yüzbaşıya kadar ulaşarak bu görüşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktı.

İşte, bu görüşme esnasında, o da yanlarındaydı ve Cengiz’i ilk defa orada görüyordu.

Görüşme yerine giren, gözleri ağlamaktan şişmiş olan ana, evladına öyle bir sarılmıştı ki, adeta onu alıp içine koymak, onu bekleyen kötü akıbetten saklamak ister gibiydi. Cengiz’i öpüyor, kokluyor, bağrına basıyordu. Ana, bir yandan ağıtlar yakıyor, kafiyeli sözler söylüyor, oğluna duyacağı hasreti dile getiriyor bir yandan da başta Kenan Evren’e olmak üzere bütün 12 Eylül cuntacılarına beddualar yağdırıyordu.

Mübarek kadın, hıçkırıklara boğularak:

-Oğlum zannetme ki, seni kurtarmak için uğraşmadık... derken, oğlu için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını anlatıyor, başarılı olamadıkları için de adeta özür diliyor, gibiydi.

-Ana yeter ki sen üzülme, alnımıza böyle yazılmış... diyen Cengiz ise, anasını teselli etmek için çırpınıyordu.

İDAM TEZKERESİ GELİYOR...

O gün bölükte yeni bir görev emriyle içtima verilerek herkesin acilen hazırlanması istenmişti. Görev yerleri Elazığ Kapalı Cezaevi idi. Sıcakkanlı ve çabucak dostluk kurmasını bilen bir yaradılışta olduğu için Bölük Karargahında hemen herkes ile kısa zamanda arkadaş olmuştu. Bu sebeple bölük yazıcısına:

-Hayırdır ne oluyor? diye sorduğumda:

-Akşam Ankara’dan şifreli, gizli bir emir geldi, cevabını alınca iyice meraklanmıştı.

-Sen bu işleri iyi bilirsin, hayırdır inşaallah, diye üsteleyince de Yazıcı, emrin muhtevasını bilmediğini ama gelen emrin kodlarından bunun bir infaz tezkeresi olduğunu anladığını söylemişti.

Cezaevinin güvenliğinden jandarma sorumlu olduğu için cezaevindeki durumlar bölükte az çok bilinir ve konuşulurdu. İçeride idam mahkumu olan epey insan vardı. Fakat, onun aklıma bu idam tezkeresinin bir Ülküdaşına ait olabileceği hiç gelmiyordu.

Akşam saat 19.00 sularında cezaevine vardılar. Cezaevi çevresinde gerekli tertibat alındığı gibi içeride de özel bir güvenlik oluşturulmuştu.

ÖLÜM HÜCRESİNDE NÖBETE...

Ona, saat 20.00’de idam mahkumlarının özel olarak tutulduğu ölüm hücresinde bir arkadaşıyla beraber nöbet yazılınca, anlatamayacağı kadar karmaşık bir ruh haline girmişti. İdam edilecek olan kendi kanından, canından bir parça olan Ülküdaşı: CENGİZ BAKTEMUR idi. Nöbete giderken nasıl davranacağını bile kestiremiyordu.

Az sonra cezaevinin, odunluk ile koğuşlar arasındaki bir kısmında bulunan hücrenin önüne geldiğinde Cengiz, namazını yeni bitirmiş, seccadesinden kalkıyordu. Başında yünden örülmüş bir başlık, sırtında bir kazak ve ayağında ise şalvar vardı.

Cengiz’in bir senedir yattığı bu hücrede tutacağı nöbet, diğer nöbetlerinden çok farklıydı. Çünkü bu nöbet, asılacağını öğrenince geçireceği her hangi bir ruhi bunalımı anında bilmeyerek veya idamını engellemek için bilerek kendini yaralamasına mani olmak içindi. Bu sebeple hücrenin kapısı açılmış o da içeri girmişti.

MUHABBETLE VUSLATA...

Selam verdiğinde mütebessüm bir çehre ile "Aleykümselam" dedi, Cengiz. Bu tavrı ona cesaret vermişti. Birkaç dakika sonra onunla, şehadet şerbetini içerek vuslata ereceği ana kadar devam edecek olan bir muhabbete başlamışlardı.

Tanışmaları, bir birlerini bilişleri bütün Ülkücülerinki gibi olmuştu. Hemen müşterek tanıdıkları isimleri bulmuşlar ve gönül kapılarını bir birlerine ardına kadar açmışlardı. Nöbet için de olsa son saatlerinde bir Ülküdaşının yanında olması Cengiz’i çok sevindirmişti.

-İyi ki, senin gibi sohbet edeceğim bir ülküdaşım var yanımda... diyordu.

Cengiz’in, yıllar önce lisede okumak için geldiği bir ilçede tanıştığı, onun da yakınen tanıdığı arkadaşları vardı. Geçmiş yılları andıkları bu mutlu dakikalar su gibi akmıştı...

Sohbet esnasında bazan, üzgün bir tavırla sitemler dökülüyordu dudaklarından, Cengiz’in. Poliste alınan ifadesinden başlayarak mahkeme safhasına kadar uğradığı bütün haksızlıkları ama isyan etmeden bir bir anlatıyor, "Suçsuzum" diyordu üstüne basa basa.

Yargılandığı mahkemedeki hakimin düşmanca tutumu sebebiyle bu cezaya çarptırıldığını anlatırken gözlerini kin ateşleri bürüyor ve mütemadiyen, "Allah’ım, onun ecelini benim elimden nasip eder inşaallah” demekten kendini alamıyordu. Bir kaç saat sonra Hakk’a yolcu edeceğimiz bu yiğit, böylelikle son ana kadar infazının yapılmayacağına dair ümidini koruduğunu da belli ediyordu.

Cezaevi odunluğunun içine kurulan idam sehpası ve çevredeki hazırlıklar bitmiş olmalı ki, çıkmak için hazırlanmaları bildirilince, Cengiz hüzünlü gözlerle kapıya bakarak:

-Gardaş, hayıflandığım şey nedir biliyor musun?! Şimdi beni bir kişiyi öldürdüğüm iddiasıyla asacaklar. Halbuki onlarca kişiyi öldürene bir şey yapmıyorlar. İnan ki, hiç bir şey bu adaletsizlik kadar zoruma gitmiyor... demişti.
Gerçekten de Cengiz’in idam edilmesinden bir hafta-on gün kadar sonra, bu cezevinden 12 PKK’lı kaçacaktı. Bu dehşet verici olay, Cengiz’e gücü yeten diktatörlerin kısa bir süre sonra kimler karşısında aciz kalacaklarının da ilahi bir işaretiydi belki ...

Mübarek üç aylardı. Cengiz de üç aylar orucu tutuyor, namazlarını da hiç aksatmadan kılıyordu. Bir birine ezelden sevdalı bu iki Ülkücü hücrede sohbet ederken saatler ilerliyor, hücrenin önünü de git gide kalabalıklaşıyordu. Bir ara bunu farkeden Cengiz,:

-Dışarıda çok kalabalık var mı? diye sorunca:

-Evet, oldukça kalabalık... jandarmanın tamamı bugün burda, ayrıca bütün gardiyanlar da gelmişler, dedi. Hafifçe iç geçirip dudaklarından fısıltı halinde zehir gibi bir cümle döküldü.
-Titrediğimi mi görmek istiyorlar... Onlar bunu hiç bir zaman göremeyecekler...

Bu arada Cengiz’in idam edileceği bütün cezaevinde duyulmuş olmalı ki, koğuşlardan mahzun bir edayla okunan tekbir ve ilahi sesleri geliyordu. Bu sesler, o gün sabaha kadar hiç kesintisiz devam etti.

İMAM GELİYOR...

İdam edilmesine bir saat kadar zaman kalmıştı. Nereden bulunup getirildiği bilinmeyen bir imam geldi. Adam şaşkın olduğu kadar da endişeliydi. Cengiz’in yanına ihtiyatla yaklaştı.

Cengiz’in nurlu yüzünde yine o ışıltılı tebessüm belirdi.

-Hoşgeldiniz Hocam,

-Hoşbulduk, diyen imamın yüzünden kasvet bulutları dağılmamıştı henüz.

-Hocam, son olarak dini telkini birlikte tekrarlamak istiyorum...

-Niye sen telkini bilmiyor musun...? diye soran imama tatlı ve sıcak bir ses tonuyla:

-Biliyorum Hocam ama eksiğim veya yanlışım varsa düzelteyim istiyorum, dedi.

SON NAMAZ...

Saat epey ilerlemişti. Bu arada idam gömleğini getirdiler ve üstünü değişmesini söylediler. Cengiz, kendisine verilen ve giydiğinde topuklarına inecek kadar uzun olan beyaz gömleği almıştı ki, uzaklardan yankılana yankılana gelen ezan sesiyle irkildi. Ve hemen:

-Müsaade edin de sabah namazımı kılayım!? dedi.

İnfaz komuta heyetinde hoşnutsuzluk ifade eden bir homurtu yükseldi. Aralarında biraz konuştuktan sonra:

-Abdestin var mı...? diye soruldu.

-Evet, abdestliyim, dedi Cengiz.

Böylelikle Cengiz son namazını eda etti... Namazını tamamladıktan sonra da idam gömleğini giydi. Onu darağacının yanına getirdiler.

SON ARZUSU...

Şehadete hazır olan Cengiz’e usulen son arzusunu sordular...

-Bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim istiyorum!!!

Ortalık bir anda hareketlendi. Görevliler dört bir yandan koğuşlara doğru koşmaya başladılar. Az sonra birisi, elinde bir Kur’an-ı Kerim ile geldi. Cengiz, Kur’an-ı aldı ve 3 kere öpüp başına koydu.
Koca cezaevinde bir bayrak bulmak epey zor olmuştu. Nefes nefese gelen birinin getirdiği küçücük bayrağı Cengiz’e verdiler. Sakin bir edayla dürülü olan bayrağı açan Cengiz, iki eliyle kenarlarından tuttuğu bayrağı göğsü hizasına kadar kaldırarak ileri uzattı ve sesli olarak:

-Ey benim şerefli bayrağım... Ben seni dalgalandırmak için çok mücadele ettim ama seni dalgalandırmaya gücüm yetmedi... dedikten sonra öpüp başına koydu.

Kur’anı öperken ve bayrağa hitap ederken darağacının önünde bulunan Cengiz’in bir yanında kement ipi sarkıyor, bir yanında da az sonra üstüne çıkacağı tabure duruyordu.

ÜLKÜDAŞLARINA VASİYETİ...

Cellat, esmer tenli, zayıf vücudu ile sabahın alacakaranlığında olduğundan daha uzun boylu görünen Elazığ’ın Hankendi taraflarından olup hırsızlıktan sabıkalı zavallı bir adamdı. Bir kenarda korku içinde tir tir titriyordu.

İnfaz Heyetinden birisi, elindeki kağıttan, az önce elleri arkasından kelepçelenmiş olan Cengiz’in yüzüne karşı idam kararını okudu.

Kısa bir sessizlikten sonra:

-Bir diyeceğin var mı...? diye sordu.

-Evet, birini sormak istiyorum. YARBAY METİN burada mı???

-Hayır burada yok...

-O zaman söyleyeceğim her hangi bir şey yok.

-Eğer o burada olsaydı ne söylemek isterdin?

-Şunu herkes iyi bilsin ki, ben bugün burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kanunlarının gereğince değil, YARBAY METİN’in kanunları sebebiyle infaz ediliyorum... Eğer o, şu an burada olsaydı onun yüzüne tükürürdüm. Ayrıca, bunu onun yanına bırakanlara da hakkımı helal etmiyorum!!!
-........................

İKİ KERE ASILDI CENGİZ...

Sonra daha önceden hazırlanmış olan idam yaftası boynuna asıldı. Başında yünden örülmüş bir başlık (külah) vardı. İdam yaftasını asarken bunu başından almak istediklerinde:

-Onu başımdan almayın. Onu cezaevindeki ülküdaşlarım benim için ördüler...dedi.

İnfaz komuta heyetinde gene bir homurdanma oldu ama sonunda külahın başında kalmasına izin verildi.

Cengiz, tabureye çıkarken cellat da mecburen yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz’in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı. Karanlığın koyultusunda saklanmak ister gibiydi.

Anlaşılmaz bir hırıltı kapladı ortalığı... Karanlığa benek benek düşen lambaların fersiz ışığında çırpınan, debelenen beyazlıktan başka her şey sanki taş kesilmişti. Ne kadar geçti bilinmez, Cengiz hala can çekişiyordu. İçlerinden biri, içinde biriken nefesiyle avazının çıktığı kadar bağırdı:

-Böyle bir işkence olamaz ... Tutun lan, kaldırın..!

Aynı duyguları paylaşan iki asker zembereğinden boşanmış bir yay gibi atılarak Cengiz’i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar.

Az sonra bir köşeye sinmiş olan cellat bulunup geri getirildi ve bu defa ipi Cengiz’in boynuna tam geçirmesi söylendi.

Ve... cellat, tekrar tabureye tekme attı...

Cengiz, yağlı urganın ucunda hafif hafif sallanırken güneş ışıkları da ufuğu aydınlatmaya başlamıştı.

Bütün Türkler bir ordu katılmayan kaçaktır, Töremizde yazılı harpten kaçan alçaktır!


Devamını okuyun...>>